17 Nisan 2011 Pazar

Zamanın Tozu

...
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi
...

Adam Václavské caddesi boyunca yürüdü. Mustek metro istasyonunun girişine geldiğinde, sola kıvrılarak dar sokaktan aşağıya doğru ilerledi ve az sonra  Národní caddesine indi. Akşamın geç bir saatiydi, havanın kararmasıyla birlikte ortalık tenhalaşmaya başlamıştı. Peşinden sürüklediği  bavulun arnavut kaldırımı sokakta çıkardığı tıkırtılardan başka ses duyulmuyordu. Bavulun sağ tekerleği bozuktu; her an yerinden fırlayacakmış gibi tuhaf bir devirle dönüyordu. Bavulun tıkırtısına karıştı adam. Bu alışılmadık, tren raylarının tıkırtısına benzeyen sesi seviyor. Çocukluk imgelerine taşıyor bu ses onu. Babasıyla birlikte saatlerce gelen geçen trenleri izlediği, kendini o kömürlü, kara trenlerde bilinmezlere giden bir yolcu olarak hayal ettiği günlere götürüyor. Uzun yıllar sonra bile her anımsayışında, istasyonlara sinen o yanmış kömür kokusu gelir yerleşir burnunun ucuna. Ne zaman isterse duyabilir bu kokuyu adam. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Tıpkı, Plzeň’den Prag’a doğru trenle seyahat ederken, yüzünü pencereden dolan güneşe verip, baharın ve yanmış kömür kokusunun burnunun ucunda oynaşmasının tadını çıkardığı gibi. Bilet kontrolörünün bir süre sessizce başında dikildiği, dalmış olduğu uykudan uyandırmaya kıyamadığı kadar çocuktur şimdi. İstasyon düdüklerine, kara trenlerin dumanlarına, buharlı lokomotiflerin çuf çuflarına vurgundur. Okul yolunu tren rayları keser.  Her gün eskimiş tahta vagonlara tırmanarak geçer demir yolundan.  Bazen dayanamaz, içine girer vagonların. Birkaç kez aniden hareket ediveren mavevra trenlerinin içinde kaldığı, dersi kaçırdığı da olmuştur. Tahta, demir, yağ, pas, sünger ve eskilik kokusu siner giysilerine. Yıllar sonra sahafların da benzer bir şekilde koktuğunu fark edecektir. Sahaf tutkunluğu da böyle başlar, eskinin içinde kaybolmayı  sever adam. Prag’da, bu eski kentte de kaybolup gitmeyi ister.
Národní  caddesini izleyerek Smetanovo caddesiyle kesiştiği köşeye kadar indi. Caddeyi geçip Legii köprüsüne geldiğinde durdu. Nam-ı diğer Lejyonerler Köprüsü. Karşısında bütün görkemiyle ulusal tiyatro, arkasında bütün sakinliğiyle Vltava nehri. Az ilerde Jiri Menzel, Milos Forman ve Emir Kusturica gibi Çek ve Avrupa sinemasının en ünlü yönetmenlerine ev sahipliği yapmış, Avrupa’nın iki büyük sinema okulundan biri olan Famu’nun ana binası yükseliyordu.  Hemen önündeki Národní Divadlo tramvay durağında bekleyen birkaç yolcu vardı. Elinde alışveriş filesiyle evine dönen yaşlıca bir kadın, öpüşen bir çift, iri yarı, fötr şapkalı, parlak gözlü, pos bıyıklı bir Çek işçisi. İşçiyi kurdu kafasında adam. Sade ve iddiasız görünüyordu. Tarihin bütün yükünü o geniş omuzlarında taşırmış gibi yorgun bir hali vardı. Elinde Škoda fabrikasının kim bilir kaç zaman önce çalışanlar için yaptırdığı eski püskü, pulları yer yer dökülmüş, havı çıkmış sarı bir çanta. Elleri büyüktü işçinin. Belli ki komünist dönemin alışkanlıklarından kurtulmayı hala başaramamış; birkaç hafta önce başlayan yasağa aldırmayıp tramvay durağında sigara içiyor. Öyle bir görüntüsü var ki, sigara içmeye özendirir insanı.  Ya da o anın resmini çizmeye. Büyük eliyle ağzına götürüyor sigarayı, pos bıyıklarının arasında kayboluyor sigara. Derin nefesler çekiyor işçi sigarasından; dumanında hüzünlü bakışları kayboluyor bu kez. Kim bilir hangi zamanın hangi bilinmez uğraklarında dolaşmaktadır şimdi düşleri. Yitirilmiş zamanların yitirilmiş imgeleriyle bütünleşir işçi. Daha önce görmüştür bu işçiyi adam. 1983 yılıdır. Asker postalıyla çiğnenmektedir topraktan yeni yeni filizlenen bahar çiçekleri. Alsancak’ta genç bir lise öğrencisi ‘Sputnik’ ve ‘Soviet Literature’ dergilerinin yeni sayılarını okumaktadır heyecanla. İzmir körfezinin karanlık sularına bata çıka ilerleyen Karşıyaka vapurlarının beyaz köpüklerine atlayıp, bambaşka yaşamlara doğru uzanır düşleri. Bu fötr şapkalı, parlak gözlü işçi, o güzel düşlerin dergi sayfalarından çıkar gelir. O güzel insanların, umudun, aydınlık bir gelecek kurgusunun en canlı örneği olarak durur karşısında. Gümüş bir çerçeveden bakar hayata genç öğrenci. Bu geçmişine ihanet eden şehrin sokaklarında, yıllarını çalışarak geçirdiği  Škoda  fabrikasının Škoda  çantasıyla dolaşmaya devam edecek işçi. Tarihin ayıbını örtermiş gibi, bayrak gibi taşıyacak eski püskü işçi çantasını. Klatovy, Plzeň şehrine bir saatlik mesafede küçük bir kasabadır. Klatovy tren istanyonunda, 1959 yılından kalma bir duvar yapıntısı vardır1. Resim ve heykel arası bir yapıttır bu. İnsanı tanımak, bilmek ve sevmek için, gelecek kurgusunun o incelikli umuduna sarılmak için o eseri görmek yeterlidir. Ve hemen yanı başında duran, elindeki sepetten çiçek dağıtan genç kız heykelini.
İşçiye özenip bir sigara yaktı. Vltava nehrinden gelen deniz kokusuna, usul usul akan nehrin köpüklerine karıştı adam. Aptal turistleri gezdiren müzikli gezi teknelerinden gözlerini kaçırarak, parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, nehrin en karanlık ve sessiz noktasına ulaştı. Zihninin derinliklerinde canlanan anılarını saydam köpüklerin aynasında akarken buldu. Galata köprüsünün yerli yerinde durduğu kadim zamanlara taşındı sigarasının dumanında. Tuvaletlerinde bile kırık kalpler yerine şiirlerin, sloganların yazılı olduğu anarşist bir otonomdur eski Galata köprüsü. İstiklal’den Karaköy’e doğru yürüyüşlerin sonlandığı, ele avuca sığmaz, kurtarılmış bir yeryüzü sığınağıdır. Güzel çocukların parlak yıldızlar gibi yağdığı bir eski zamandır şimdi. Düşlerin, sabah serinliğinde biriken çiğ taneleri gibi pırıl pırıl parladığı sonsuz bir çiçek bahçesine benzer  yaşam. El yapımı halılar gibi emekle ve  özenle dokunur insan aklının uzantıları. Tarihin akışı boyunca her gün yeniden bestelenen bitmez bir senfoninin en ince ama en hırçın notalarından biri gibi sabırla dikilir Galata köprüsü yerinde. Özgürlük damgalı posta pulları gibi yapışır insanın yazgısına.
Dokunaklı bir hali var insan hayatının diye iç geçirdi adam. Hep kaybettiklerimizin peşinden koşuyoruz. Kendini düşünce akışının girdabından kurtarıp hemen sol köşede kalan Slavia café’ye doğru çevirdi bakışlarını. Avrupa entelijensiyasının iki önemli merkezinden biridir burası. Kimler gelmiş, kimler geçmiş bu kahveden. Kafka, Rilke, Picasso, Çek yazınının pek çok önde gelen ismi, Nezval, Holan. Ama aralarında öyle biri var ki...  Az sonraki randevuyu düşündü. Hızlı hızlı son nefesleri de çektikten sonra sigarasını söndürdü. Uzun zamandır beklediği konuğuyla buluşmak üzere caddenin karşısına yürüdü. Slavia Café’nin kapısından içeri girdi.
...
Slavya kahvesinde oturan dostum Tavfer'le,
Vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
...
Yalnız başına oturur adam pencere kenarındaki küçük, yuvarlak masaya. Gecenin tatlı durgunluğuna yorgun yüzler eşlik etmekte, arka fonda hafif bir klasik müzik sesi duyulmaktadır.  Dvořák’ın Romans’larından2  birisi olsa gerek bu. Öyle ya, başka ne dinlenebilir Slavia café’de? Kemanın incecik tınısı, hemen yanınızda durgun akan Vltava gibi hüzünle dokunur ruha, berrak ve yumuşak geçişler gelir ardından ve sonra yeniden dalgalar, rüzgarlar, alıp götüren yağmurlar...
Sonra, beklenen konuk görünür kapıda. Yavaşça gelip masaya oturur. Adamın varlığının farkında değil gibidir. Gözlerini ‘Vltava suyuna’ doğru diker. Adam sessizce izler konuğunu. Bir gölgeyi ürkütmekten korkar gibi, zamanın tozuna karışır. Viktor Oliva’nın karşı duvarda asılı duran ‘Piják absintu’ 3 tablosuna karışır adam. Slavya Kahvesi’nin nefesine karışır. Konuk alabildiğine üzgündür. Hüzün okunmaktadır gözlerinde. Memleket hasreti mi çekmektedir ne? Yıllardır göremediği oğlu Memet’i mi özlemiştir yoksa? Çelik gibi kararlı bir ifadeyle, masmavi bakar. Ama yüreği ele verir Nazım’ı. Paltosunun cebinden bir defter ve kalem çıkarır. Ve yazmaya başlar, Vltava suyuna karşı...
...
slavya kahvesinde oturan dostum tavfer'le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli'yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul...
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.

Nazım Hikmet
Mayıs 1958, Prag4
...
Yıl 1958. Kızıl, kocaman bir elma gibidir Prag. Nazım Hikmet iki yıl geçirir Kafka’nın şehrinde. Dünya Barış Konseyi’nin Uluslararası Barış Ödülü, bu şehirde verilir Nazım’a. Memleket özlemiyle geçen yaşamına doldurduğu hasret şiirlerinin bir kısmını bu yaldızlı şehirde yazar. Slavya kahvesinin camından görünen Legii köprüsünü Galata köprüsüne benzetir şiirlerinde, Vltava suyunu boğaza benzetir. Varşova, Prag, Moskova demiryolu hattında geçen yıllarında, Nazım da tren raylarının tıkırtısına ve yazdığı şiirlere karışır gider.
Adam konuğuyla vedalaşıp, allak bullak bir ruh haliyle café’den çıktığında gecenin geç bir saati olmuştu. Müthiş yıldızlı bir geceydi. Nazım Hikmet’i, Viktor Oliva’yı, Picasso’yu,  Nezval’i, Slavia café’nin müdavimi kim varsa, hepsini peşinden sürükleyerek bavulunun tıkırtılarının eşliğinde ilerledi. Famu’nun kıyısından yürürken yüzlerce yıllık sanat geleneğinin yarattığı filmlere karıştı. Prag uluslararası film festivalinin gala salonlarının önündeki bahçede, çıplak ağaç dallarına asılmıştı film şeritleri5. Taze, sulu meyvalar gibi, bahar çiçekleri gibi sallanıyordu rüzgarda filmler. Ölümsüz aşklar, trajediler, dramlar vardı yaşama açılan bu pencerelerde. ‘Bir Sarışının Aşkları’ vardı, ‘Çingeneler Zamanı’ vardı, ‘Closely Watched Trains’ vardı. Film şeritleri geçiyor şimdi gözlerinin önünden. Çağrışımlar birbirini kovalıyor. Eski Sovyet filmlerinin naif karakterlerine bürünüyor. ‘Irony Of Fate’in Sasha’sı oluyor,  bir an sonra Kolya’ya dönüşüyor, Sergei Petrovich Kotov oluyor, Çölün Beyaz Güneşi’ne karışıyor,  Fyodor Sukhov6 oluyor.
1986 yılının Nisan ayıdır. Henüz onsekiz yaşındadır. Moda sinemasında, bedava bilet bulduğu için gittiği ‘Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor’ filmini izlemektedir. Oturduğu koltuğa çakılıp kalmıştır. Aleksandra’ya ilk kez o karanlık salonda vurulur.  Aşktır bu, o anda hisseder bunu. Yıllarca koşar peşinden. İnsan olmanın en temel değerleri, ilk kez o karanlık salonlarda cisimleşir genç adamın ruhunda. Büyük aşklara aşık olur. Büyük aşkların peşinden koşmayı öğrenir.
Bavulun tıkırtıları eşliğinde Prag sokaklarındaki yürüyüşüne devam etti adam. Henüz kalacak bir yer bulamamıştı kendisine. Gittiği yön konusunda da bir fikri yoktu ama ayakları emin adımlarla bir sonraki randevusuna doğru taşımaktadır onu. Belki daha da çetin geçecek olan kaçınılmaz yüzleşmeye doğru ilerledi. Nehir kenarından Karluv Most’a doğru yürüyüşüne devam etti. Köprünün karşısındaki ince sokağın başına geldiğinde durdu. Ne kadar tanıdıktı her şey. Daha dün gibi. Karşıdaki kilisede konser, solda kalan Karluv köprüsünde yürüyüşler, Prag gecelerinin o eşşiz, sanatsal estetiği. Sağa doğru yöneldi adam, daracık Karlova sokağında ilerlemeye başladı. Bu sokak Hanuş ustanın astronomik saatinin bulunduğu meydana çıkıyordu. Büyük bir turist kalabalığıyla beraber, sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, kuklacılar, büfeler arasında ilerlerken birden durdu. Sağa doğru giren bir koridorun başında çakıldı kaldı. Binalar arasındaki kapalı bir avluya doğru giriyordu koridor. Başını kaldırıp bildik tabelayı aradı duvarda. Yerinde değildi. İçini bir sıkıntı kapladı. Hemen koridordan içeriye, avluya doğru yöneldi. İçerideki dükkanların hepsi kapalıydı. Bekçi arkasından seslenir gibi oldu ama adamın duyacak hali yoktu. Sağ köşedeki ışıkları kapalı, kepenkleri inik dükkanın önünde durdu. Kapıda, eski 45’lik plaklardan yapılmış bir tabela asılıydı. Yerli yerinde duruyordu küçük plakçı dükkanı. İçi hüzünle doldu. Yüzünü cama dayayıp içeriyi görmeye çalıştı. Plakların dizildiği tahta kutuları, pikapların yanyana durduğu dinleme bölümünü, köşede eski bir karton kutunun içinde duran Çekoslovakya dönemine ait arşivi seçebildi. Yüzü cama dayalı, karanlık odaya süzüldü ve plaklara karıştı adam. Gözlerinden yaşlar damlayan kadını gördü içerde. Hayatında duyduğu en hüzünlü şarkıyı dinliyordu kadın. Adamın imgelemi çıldırmış gibi, kusursuz bir kesinlikle o eski yaşanmışlığın bütün ayrıntılarını oracıkta yeniden kurdu. Bir Hana Hegerová plağıydı çalan7. Tek parça siyah elbisesiyle, gözlerinden akan yaşlarla, ruhundan sel gibi taşan ve cisimleşen duyarlılığıyla bir sanat eserinden farksızdı kadın. Çarşaf gibi pürüzsüz, tropik denizlere benziyordu teni. Boynu, kolları, bacakları, elleri, yüzü, yüzünün ifadeleri hepsi sırasıyla süzüldü adamın belleğinden, gelip kadının bedenindeki yerlerini aldılar. İnci gibi yaşlar akıyordu kadının yanaklarından. Adam da ağlıyordu kadınla beraber. Hayatında gördüğü en duyarlı, en incitici, en derin, en dokunaklı sahnelerden biriydi bu.  Siyah beyaz fotoğraflara benziyordu kadın. Optikli Prag kartpostallarının üzerindeki gizemli eski zaman kadınları gibiydi görüntüsü. Mercekten baktığınızda, bütün ayrıntılarıyla büyürdü göz bebeklerinizde. Bütün evreni doldururdu varlığının yarattığı etki. Tek bir duygu asılı kalırdı zamanda. Haz. Ten kokusu gibi, gözyaşı gibi, şefkat gibi, masumiyet gibi, aşk gibi çarpan haz. Gerçekten de gölün dibindeydi işte gümüş kakmalı sandık. Gerçekten de bir kadın uyuyordu içinde, camdan kuşların arasında. Kendini gördü adam kadında. Sarıldı kadına. Daha önce hiç sarılmadığı gibi sarıldı. Daha önce sarılmadığı için sarıldı. Sapsarı bir bataklık gibi insanı derinliklerine çeken, çelik bir ustura gibi ruhu parça parça kesen, yitirmişliğin o köklü duygusuna saplandı. Öylece kalakaldı küçük, karanlık plakçı dükkanında.
...
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor, camdan kuşların arasında

Nazım Hikmet
Saman Sarısı (Tiren, Varşova-Krakof-Pırağ-Moskova-Paris-Havana-Moskova, 1961)
...
Küçük plakçı dükkanından ayrıldığında, varlığının bir parçasından da ayrılmış gibi bitkin hissediyordu. Kalabalık sokakta tek başına yürüyordu şimdi. Turistlerin, hediyelik eşya satıcılarının bağırıp çağırmalarını, barlardan, büfelerden yükselen abuk sabuk pop müzik seslerini duymuyordu. Yalnızca Hana Hegerová’nın hazin sesi yankılanıyordu kulaklarında. Astronomik saatin bulunduğu meydana kadar yürüdü. Dar sokaklardan açık alana çıktığında derin bir nefes aldı. Bir süre ne yapacağını düşündü. Bir otele gitmesi gerekiyordu. Aslında ona kalsa, sabaha kadar meydandaki küçük parkta oturabilirdi ama etrafta fotoğraf çektiren, şakalaşan, durup dururken bağıra çağıra tuhaf ve anlamsız bir hezeyana kapılan turist kalabalığı varken, kendisiyle ve şehrin ruhuyla başbaşa kalabilmesine olanak yoktu. İçinden gelen sese kulak verdi. Buraya kadar neden gelmişti? Neden döndüğünü, ne yapacağını gayet iyi biliyordu. Başından beri biliyordu. Burada bir dönem kapanmıştı hayatında. Kendini dürtüp duran eğilime teslim etti ve meydanı boydan boya geçerek dosdoğru o çok iyi bildiği Celetná sokağına, o çok iyi anımsadığı oteline doğru yürüdü.
Kapıdan girdiğinde o tanıdık atmosfer sardı çevresini. Resepsiyon görevlisi kadınlar bile değişmemişti. Kaydını yaptırıp girişin hemen üstündeki avluya bakan odayı istediğini söyledi. Kadınlar aralarında bir süre fısıldaşıp, odanın dolu olduğunu ancak yine avluya bakan karşı kattaki başka bir odayı verebilecekleri söylediler. Çaresiz kabul etti, bavulunu ve anahtarını alıp küçük odaya yerleşti. Avluya bakan pencereyi açıp gecenin karanlığına, tatlı tatlı esen rüzgarın kollarına bıraktı kendini. Bir sigara daha yaktı. Djarum Black’in karanfil kokusu doldurdu odayı. Karşısında duruyordu işte küçük otel odası. Olmak istediği yerdeydi. Tatlı bir sarhoşluk içinde deviniyordu ruhu. Loş ışıkta karşı odada genç bir çiftin varlığını sezebildi. Birbirlerine yaklaşıp uzaklaşıyor, dans eder gibi sarılıp ayrılıyorlardı. İnce bir ışık çizgisiydi aralarında şekillenen yakınlık. Dokunan, uzaklaşan, sarılan, çekilen, yapışan, kopan bir devinimle içsel bir tepkime gibi parlayarak eriyordu bedenleri. Gerçekle düşün, imgeyle varlığın nerede başlayıp nerede ayrıldığını fark edemez hale gelinceye kadar izledi ışığın dansını. Önceki yaşamlardan kalan düşlere karıştı sonra.  Bir kapı kapanmıştır tarihin orta yerinde. Camera obscura’da tersine döner ışıklı bedenlerin gerçek üstü dansı, koyu bir karanlığın derinliklerinde boğulur. Sert bir rüzgarla ardına kadar açılır küçük otel odasının avluya bakan penceresi. Ölümcül sevişmelerin kollarında erimiş iki insan gölgesi mum alevleri gibi titreşir. Bir tiyatro sahnesinde akar şimdi zaman. Aşkın karanlık yüzünün sahnelendiği yüz yıllık bir tragedyaya dönüşür ışığın dansı. “Ruhlarımız  kimi zaman dağınık dans etse de, ben hep senin izlerini taşıyacağım...”.  Yüz yıllık aşkın o esrik doruklarında, sessizce ruhumuza işleyen sonsuz yolculuklarda, olağanüstü deneyimlerin kollarında hazla yükselmiş incecik mum alevleri dayanamaz kopan fırtınaya. Son bir gayretle, bir yıldız patlaması gibi şiddetle parlar ve söner ışıklar. Tiz bir çığlıkla bozulur kömür gibi gecenin sağırlığı. İçsel zaman o anda durur. Henüz tamamlanmamış şiirlerin sözcükleri, aşkın inci gerdanlığının taneleri gibi saçılır zamana. Kara, koyu dumanlar yükselir göğe, ruhun göğe yükselmesine benzer. Yüz yıllık aşkın, tutkunun, kıskançlığın ve öfkenin o mükemmel örgüsü çözülür. Kopmaz sanılan bağ kopar. Kağıt gibi yırtılır benliğe hapsolmuş yüz yıllık zaman. Hanuş ustanın saati son çanlarını çalar. Perde kapanır.
...
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.
Yüz yıldır bekliyor beni
                    bir şehirde bir kadın.
Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
                       yol yüz yıllık.
Yüz yıldır alacakaranlıkta
                   koşuyorum ardından. 

Nazım Hikmet
6 Temmuz 1959
...

Bir şarkı çalınıyordu kulağına Ünol Büyükgöneç’in mülteci sesinden; Nazım’ı, aşklarını, ayrılıklarını mırıldanıyordu8. İnce bir yağmur çiseliyordu, avluya düşen yağmur damlalarının sesine karışıyordu düşsel müzik. Sabahın kör saatinde derin uykulardan uyandı adam. Astronomik saatin çan sesleriyle uyanmış gibi görünse de, içinde çalışan duygusal saatin çanları çok daha kesin ve şaşmaz bir tempoyla yönetiyordu benliğini. Hemen kalktı, elini yüzünü yıkadı, bavulunu toparlayıp hızlıca çıktı odadan. Karanlık koridorlarda yüzen imgeleri, merdivenlerin gıcırtısını, otelin sessizliğini, ruhunu, avlunun bahar tazeliğini, resepsiyon görevlisinin uykulu gülümseyişini, ‘yine bekleriz’ dileklerini, taze kahve ve somun ekmek kokularını bir araya topladı, iyice içine sindirdikten sonra vedalaştı hepsiyle tek tek ve otelden ayrılışını yapıp sokaklara attı kendini. Hava aydınlanmamıştı henüz, çıt bile çıkmıyordu sokaklarda. Meydanda sağa sola atılmış bira kutularının dışında, geceki turist gruplarından eser bile kalmamıştı. Kentin en tarihi dokusu, kendi ruhunun derinliklerine çekilmiş hafif hafif dalgalanıyordu sabah serinliğinde. Meydandaki parka gitti doğruca, sokak lambasının ışığıyla aydınlanan en kenardaki banka oturdu. İnsanlar aslolanın hayat olduğunu söylerler, bense okumayı tercih ederim9. Bavulunun ön gözünden bu sabah için hazırlamış olduğu kitabı aldı. Elinde tuttuğu kitabı önce biraz okşadı, sayfalarını aralayıp kağıt kokusunu içine çekti derin derin. Sonra dingin bir iç huzuruyla okumaya başladı. “ Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı...”. Kafka’nın Dönüşüm’ünü bu meydandaki bu bankta okumayı ne kadar çok istemiş olduğunu düşündü. Tıpkı kitabın kahramanı Gregor Samsa gibi, o da bir Prag sabahında sırtüstü dönmüş, hareketsiz kalmış, kapana kıstırılmış bir böcek gibi hissetmemiş miydi kendisini? Demir bir cendere gibi yüreği sıkıştıran dönüşümü yaşamamış mıydı bu sokaklarda? Kafka’nın,  şehrin dokusuna sinmiş olan o karamsar ruhuna karıştı adam. Slavia Café’den beri kendisini adım adım takip eden gölge, elindeki kitabın sayfalarında cisimleşti. Gregor Samsa’nın izinde, karanlık ve yağmurlu bir Prag sabahının insanı kendi gerçekleriyle yüzleşmeye iten yalnızlığına karıştı.
Son sayfayı da çevirip kitabı bitirdiğinde, zamanın geldiğini anladı. Birbirine eklemlenmiş bir dizi imgeler bütünü, kızıl bir gün batımı gibi ruhunda egemenliğini ilan etmiş, çıkmış olduğu içsel yolculuk pek çok uğrakta olgunlaştıktan sonra, Kafka’nın satırlarında sonlanmıştı. Bir eskici gibi, şehrin mücevher değerindeki duygusal yükünü toplamış, onunla bütünleşmişti. Bir borcu ödemiş, tortularından arınmış, eski saflığına yeniden kavuşmuş, tazelenmiş gibi hissediyordu. Kendi tarihiyle barışmayı başarabilenlerin çakır keyif sarhoşluğa benzeyen tutulmasıyla uzun süre hareket etmeden o anın tadını çıkardı. Ayağa kalktı sonra ve amaçsızca yürümeye başladı. Artık ne yön kaldı, ne sokak adları, ne meydanlar. Sadece Prag vardı. Sadece şehrin üstünde Kafkaesk bir bulut tabakası gibi birikmiş zamanın tozu vardı. Bütün bedeniyle ve ruhuyla ait olduğu o ince ve parlak ışık çizgisi vardı. Yüklü bir ağaç dalından sarkan sulu şeftaliler gibi olgunlaşmış, kendi ağırlığıyla düşmüştü toprağa. Sadece yürüdü adam. Tekerlekli bavulunu çeke çeke yürüdü. Kuyruğuna konserve tenekeleri bağlanmış kediler gibi, fincancı katırları gibi yürüdü. Peşinden anılarını, çağrışımlarını, belleğinin yarattığı yanılsamalı imgelerini, ruhunun kırılıp dökülen parçalarını, haz nesnelerini, aşklarını, tutkularını, ayrılıklarını ve tren sesi gibi tıkırdayan bozuk bavulunu sürükleyerek yürüdü. Yürüdükçe Nazım’ın Pırağ’ına karıştı, Kafka’nın Dönüşüm’üne karıştı. Bu aşk, ayrılık ve hüzün şehrinin ruhuna karıştı adam. Ufukta bir nokta haline geldi ve sonra... kayıplara karıştı.

17 Nisan 2011, Ataşehir

..............
1 Klatovy Tren İstasyonu, Klatovy, Plzeň




2 Antonin Dvořák, Romance Op. 75, No. 1



 3 ‘Piják absintu’ (The Absinth Drinker), Viktor Oliva


4 Yayınlanmamış şiirlerindendir.



5 Fabiofest. Prag Uluslararası Film Festivali, 2011.


 6 Irony of Fate, Eldar Ryazanov, Mosfilm, 1975

  Kolya, Jan Sverák, 1996

  Burnt By The Sun, Nikita Mikhalkov, 1994

  White Sun Of the Desert, Vladimir Motyl, 1969

  Moscow Doesn’t Believe In Tears, Vladimir Menshov, 1980



7Já Se Vrátím, Recital, Hana Hegerová, 1971


8Ünol Büyükgönenç, Güzel Günler Döreceğiz, Aynı Daldaydık, 1979

 

9 Logan Pearsall Smith


Hiç yorum yok: