1 Aralık 2009 Salı

İki Plak

Geçtiğimiz günlerde, internetten satış yapan sitelerin birinde, iki eski plak buldum. Ülkemiz bir ‘yitik değerler müzesi’ne benziyor artık. Ben bunun tadını mı çıkarıyorum, yoksa bu plakları piyasada bulabilmenin kederini mi yaşıyorum daha çok, henüz karar verebilmiş değilim. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, Lenin heykelcikleri, komünist döneme ait madalyonlar, orak çekiçli bayraklar, kızıl ordu üniformaları, plaketler, v.b. gibi, eski düzene ait aklınıza gelebilecek ne varsa metalaştırılarak nasıl haraç mezat tezgahlarda satıldıysa (ve ben bunları deli danalar gibi sağda solda koşturarak topladıysam), yitirilmiş ideolojilerin ürünleri de aynı türden bir toplumsal prestij kaybına uğrayarak pazara düşüyor. Artık pek az kimsenin itibar ettiği pek çok değerli parçanın onurunu kurtarmak da, sanırım biraz da olsa, bana ve benim gibi tarihin çöplüğünde yaşamaya devam eden yeniklere düşüyor. Kendi söküğümüzü kendimiz dikiyoruz.
Plakların, kitapların, müziklerin, resimlerin, heykellerin v.b.’nin de insanlar gibi, yaşam öyküleri vardır. Bir yaşanmışlığın ürünüdür bunların hepsi; kendilerini yaratan insanı ya da insanları tanımlama ve temsil etme yeteneğine ve hakkına sahiptirler. O insanlarla beraber yaşarlar. Aşkla bağlıyız ya hayata; buyrun bu aşkın öznesi niteliğini taşıyan iki küçük yapboz parçasının yaşam öyküsünü...

BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ

‘Canların gözleri yaşta,
Aklı idamlık yoldaşta,
Yeşil ölümle savaşta,
Sabahleyin saat beşte.’

Can Yücel
(Yeni Türkü / Buğdayın Türküsü – 1979)

Yukarıdaki dörtlük, Can Yücel’in bir şiirinden alınarak bestelenmiştir. Deniz Gezmiş’lerin idamını anlatan bir şiirin son dörtlüğüdür bu ve şarkı da, Yeni Türkü’nün Buğdayın Türküsü albümünde yer alır. Yeni Türkü’nün bu nadir bulunan, Buğdayın Türküsü albümünün öyküsü hayli ilginç. Grubun ilk albümü olma özelliğini de taşıyan plak, 1979 yılının sonlarına doğru basılıyor. Oldukça keskin bir siyasal içeriğe sahip olması nedeniyle, 1980 askeri darbesinden sonra toplatılıyor. Piyasada yalnızca kısa bir süre kalabilen, sonrasında da toplatılan albüm, sol çevrelerde neredeyse bir kült olmuş durumda. Otuz yıllık bu albümü bulması zor, bulunan kopyanın iyi korunmuş durumda olması daha da zor. Benim gibi, kişisel tarihinde geleneksel solun çemberinden geçmiş kadrolar açısından da, özel bir değeri vardır bu albümdeki parçaların.

Plağı güzelce temizledikten sonra pikaba yerleştirdim, ışıkları kapatıp şarabımı elime aldım, sigaramı da yaktıktan sonra herşey hazırdı artık; dinlemeye başladım. Gençlik yıllarıma taşındım plağı dinlerken. Okuma programlarının ardından, zihinsel yorgunluğun da o tatlı heyecanıyla oturulan yemeklerde, sohbet ortamlarında, memleket kurtarılan masalarda söylediğim şarkılar geldi aklıma. Buğdayın Türküsü’nün bende en fazla yer ettiği dönem, bu aktif siyasete giriş dönemidir. Beni siyasete bağlayan o çelik bağların önemli bir kısmı, solun aydınlık olduğu; sanatı, edebiyatı, müziği ve insana ait değerleri temsil ettiği bilincinden kaynaklanır. Bizim insanımız farklıdır. Ütopyalara bağlanabilen ve gelecek düşlerini canlı tutabilen insan, ruhunun esnekliğini yitirmiyor. O naif heyecanları, umudu, alçakgönüllülüğü, inceliği, masumiyeti kişiliğinin derinliklerinde eriterek aydınlık kimliğinin kopmaz değerleri haline getirmeyi başarabiliyor. Bir tarafımız isyanla, mücadeleyle, inatla ve aklımızın aydınlığıyla tutunurken hayata, diğer tarafımız hep çocuk kalır bizim; duygularımızın, duyarlılıklarımızın derinliğinde boğuluruz ve aydın kimliğimizin o değişmez salgısına bağlı olarak, hayata hep farklı arayışlarla, yeni heyecanlarla, bilinmeyen olasılıkların yarattığı hazla tutunuruz.
Grubun kurucularından olan Selim Atakan doktordur. Üniversite yıllarında hocam olmuştur benim. Yeni Türkü’nün 1980’den sonra değişen ve radikalliğini yitiren politik çizgisi, o dönemlerde ciddi şekilde eleştiriliyordu. Bu eleştiriyi doğrudan bir şekilde Selim Atakan’ın kendisine yönelttiğim günü anımsadım plağı dinlerken. 1988 yılında Yeşilmişik albümü basıldığında, ben fakültenin 3. sınıfındaydım. Patoloji derslerimize gelirdi Selim Atakan bizim. Bir gün, hocanın dersi başlamadan önce, birkaç arkadaşımla beraber anfinin tahtasına, biraz da kibirle ve yukarıdan bir bakışla, ‘Buğdayın Türküsü ≠ Yeşilmişik’ yazmıştık. Kapıdan girer girmez Selim hocanın gözüne çarptı tahtaya tebeşirle yazdığım yazı. İçerdiği üstü kapalı politik mesajı hemen anlamış olmalı. Ben anfideki yerimde kızgınlıkla otururken, Selim Atakan bir süre öylece baktı tahtadaki yazıya. Sonra da silgiyle yavaşça sildi yazıyı. Hüzün hissetmiş olmalı. Şimdi, aradan bunca yıl geçtikten sonra, plağı dinlerken benzer bir hüznü ben de hissediyorum.

Hüzün derin ve köklü bir duygudur. En hassas yerinden yakalar insanı. Ne çok değeri yitirdik bu ülkede biz. Ne ateşlerden geçti insanlarımız, ne çok yenildik. Pek çoğumuz, kendi varoluşuna bir anlam veremeyecek kadar boşluklara düştü, savruldu gitti. Sabırlı bir bilgelikle örüp duruyoruz hala ruhumuzun söküklerini. Bu plaklar, kitaplar, eskici dükkanı parçaları hayatımızın köşe taşları bizim. Bizi biz yapan unsurları tek tek, sanki bir tarih yapbozunun parçalarını yerleştirir gibi,ruhumuzun boşluklarına yerleştirme çabası içindeyiz. Gelecek kurgusu dediğimiz incelikli umut, tarihin çöplüğünde yeniden biçimleniyor parça parça.

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ / ŞİLİ HALKIYLA DAYANIŞMA GECESİ

Diğer plağın ardından da, ilginç bir öykü çıktı. TİP’in 1976 yılında İstanbul, Ankara ve İzmir’de gerçekleştirdiği, Şili Halkıyla Dayanışma Geceleri’nden derlenmiş bir plak bu. Plağın içinde, TİP korosunun seslendirdiği devrimci şarkılar, partinin Genel Başkanı Behice Boran’ın açılış konuşması, bu dayanışma etkinliğine katılmak ve konser vermek üzere Avrupa’dan gelen Şili’li sanatçıların seslendirdiği şarkılar, marşlar ve salondaki izleyicilerin sloganları var. Ayrıca, bu etkinliklerin tanıtımı için, parti tarafından o zaman 20.000 adet basılmış ve dağıtılmış olan bir broşürü de eklemişler plağa. Broşürde Aziz Nesin’in, Onat Kutlar’ın, Adalet Ağaoğlu’nun, Tan Oral’ın yaptıkları dayanışma konuşmalarının tam metinleri, partinin yapılan etkinliğin tanıtımı için gerçekleştirdiği afişleme çalışmalarının fotoğrafları, konserler sırasında çekilmiş diğer fotoğraflar, iç ve dış basında çıkan yorumlar, haberler yer alıyor. Tam bir tarih kalıntısı. Tahmin ediyorum, bu plaktan bir tane daha bulamazsınız piyasada. Bir insan, sahip olduğu böyle bir plağı neden satar ki? Ekonomik zorluklardan olsa gerek. Benim açımdan anlaşılabilir tek gerekçe de bu olur sanırım. Ya da, zamanında bu işlere gönül vermiş eski tüfek bir komünistin, ölüp gittikten sonra, ‘yükselen değerlerle’ yetişmiş kıymet bilmez çocukları, haraç mezat satmışlardır plaklarını, kitaplarını ve ruhunu.
Plağın kapağını açtığımda, konser salonunun büyük boy fotoğrafıyla karşılaştım. Tribünlere gerilmiş parti bayrakları, pankartlar, Spor ve Sergi Sarayı’nın ortasında kürsü ve mikrofon, Allende’nin bir portresi ve yumrukları sıkılmış insanlar. İnsanlar. Yüz ifadeleri beni çarpar. Yüz ifadelerinde pek çok duygunun izlerini görebilirsiniz; bu duyguları tanıyabilirsiniz. Adanmışlık, aşk, içtenlik, naiflik, masumiyet; bugün gündelik hayatın içinde pek az bulunabilen bu yüz ifadelerinin tamamını, 33 yıl önce basılmış bir plağın iç kapak fotoğrafındaki yüzlerde gördüğümde, gözlerimin dolmasını engelleyemedim. Behice Boran’ın tok sesiyle yaptığı açılış konuşmasının kaydı, en azından tarihsel bir belge niteliği taşıyor. Şili’li sanatçıların dayanışma gecesine katılımlarının öyküsü de oldukça ilginç. Faşist askeri cunta nedeniyle ülkelerine dönemeyen bu insanlar, diyar diyar dolaşıp neredeyse Avrupa’nın bütün ülkelerinde, komünist partilerinin düzenlediği Şili’yle dayanışma gecelerinde konser vermişler. Ancak, 1976’nın ‘demokrat Türkiye’sinde’ sınırdışı edilmekten kurtulamıyorlar. İstanbul’da ve İzmir’de gerçekleştirilen ilk iki etkinliği bütün çabalarına ve zaman zaman zor kullanımına rağmen engelleyemeyen hükümet, sanatçıları Ankara’daki etkinlik için, uçakla Esenboğa’ya gelişlerinde gözaltına alıyor. Döviz kaçakçılığı suçuyla apar topar sınırdışı ediliyorlar. Dönemin TRT’si ve gerici gazeteleri de, utanıp sıkılmadan bu haberi yayınlıyor.

Etkinliğe katılan Şili’li sanatçılar Isabel ve Angel Parra, Şili’nin dünyaca tanınan folk müziği sanatçılarından Violetta Parra’nın oğlu ve kızı. Bu isimleri plakta görür görmez anımsadım. Bundan birkaç ay önce, yine internetten aldığım birkaç plağın içinde Isabel ve Angel Parra’nın da bir albümleri vardı. Hemen plakları karıştırarak çok ucuza aldığımı anımsadığım bu albumü de bulup çıkardım. Yanyana duruyorlardı şimdi karşımda. Demek ki, ülkemiz piyasası sadece kendi değerlerimiz açısından değil, gözden düşen ideolojilerin dünya çapındaki ürünleri açısından da bir değer arz ediyormuş.

Bu iki tarih parçasının, şimdilik salonumdaki pikapta sonlanan yolculuklarının özeti aşağı yukarı böyle. Umarım her ikisi de uzunca bir süre dinlenme olanağı bulurlar. Yeni yapboz parçalarının ardında, yeni yaşanmışlıkların peşinde yolculuklara devam...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Kavir Del

Bazen çarpılıyorum ben. Kulağıma çalınan bir şarkı, gözüme ilişen bir film ya da fotoğraf karesi, okuduğum kitapta karşılaştığım bir ifade, hatta yerli yerinde kullanılmış tek bir sözcük bile, bütün gündemimi belirleyen bir serüvene ve haz nesnesine dönüşüveriyor aniden. Geçtiğimiz haftalarda kulağıma çalınan ve daha ilk anda tanıdık bir duygu yaratan, geçmişin derinliklerine doğru uzanan, ruhumda belli belirsiz bir mutluluk duygusunun uyanmasına yol açan ama hangi şarkı olduğunu, neden böyle bir etkide bulunduğunu ilk anda çıkaramadığım o eski şarkının peşine düşmemezlik edemezdim. Sözünü ettiğim şarkı, 1977 tarihli bir Ajda Pekkan aranjmanı olan ‘Viens Dans Ma Vie’.
Şarkıyı Ajda Pekkan’dan tadını çıkararak birkaç kez dinledikten sonra tam olarak anımsayabildim. Ajda Pekkan’ın bu Fransızca şarkısı popüler olduğunda, ben ilkokuldaydım daha. Sokaklarda dilimizden düşmeyen, oynak, oryantal, melodik bir parçaydı. Sözleri Fransızca olduğu için ne anlattığını bilmezdik haliyle ama melodisiyle beni yakalayabilen şarkılardan birisi olmuştur bu. İnternette şarkıyla ilgili rastgele gezinirken, Ekşi Sözlük’te şarkının popüler olduğu dönemde, Fransızca olması nedeniyle nakarat kısmının halkımız tarafından ‘pijama pijama don atlet fanila’ şeklinde değiştirilerek eğlenceli bir şekilde söylendiğini ve bunun uzun bir süre içinde dillere yerleştiğini okuyunca, birdenbire bu nakaratın da sokaklarda bizzat kendim tarafından defalarca tekrarlanmış olduğunu anımsayıverdim. Adana’nın o tozlu, topraklı 1970’lerine, çocukluk günlerime dönüvermiştim birdenbire.
Günlerdir elimde olmayarak bu nakaratı mırıldanıp duruyorum. Bu imgeler o dönemin motiflerine ait başka pek çok imgeyle birleşerek karanlıkta kalan, artık anımsamakta zorlandığım başka pek çok anıyı da beraberinde getirdi. Sanırım ben bu yüzden peşine takılıyorum bu eskici dükkanı parçalarının. Ekşi Sözlük’te şarkıyla ilgili rastladığım bir diğer ayrıntı ise, şarkının aslının Farsça olduğu ve Ajda Pekkan’ın bu şarkıyı orijinal Farsçasından düzenlediği oldu. Her ne kadar Fransızca söylenmiş olsa da, şarkının oryantal yapısı düşünüldüğünde hiç de şaşırılacak bir durum değil bu. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi diyebilirim.
Ajda Pekkan bu şarkıyı 1977 yılında ‘Viens Dans Ma Vie’ adıyla Fransızca olarak ve 1978 yılında ‘Baksana Talihe’ adıyla Türkçe olarak seslendirmiş. Türkçe versiyon, toplumsal bellekte Fransızcasından bile daha az yer etmiş durumda. Ben de örneğin, şarkının Fransızcasını ve ona uydurduğumuz nakaratı net olarak anımsarken, Türkçesini anımsayamadım. Şarkının İran kökenli olduğu pek bilinmiyor. Orijinal eserin adı Kavir Del. Daha çok bilinenler, şarkının düzenlenmesiyle ve Ajda Pekkan tarafından söylenmesiyle ilgili asılsız, dedikodu niteliğindeki söylenceler. Örneğin, pek çok internet sitesinde parçanın sözlerinin Ajda Pekkan’a bir karşılaşma anında Enrico Macias tarafından alelacele bir kağıda yazılarak verildiği, Ajda Pekkan’ın bu şarkıyı aslında Fransızca bilmediği halde, ezberden okuyarak söylediği gibi safsatalar yer alıyor. Oysa gerçek bu değil.
Kavir Del, bir hüzün şarkısı. İran kaynaklı forum sitelerinde şarkının eski bir İran halk şarkısı olduğu söyleniyor. 1960’lı yıllarda İranlı bir besteci tarafından yeniden düzenlenmiş ve o dönemin İranlı kadın yıldızlarından Marjan tarafından plağa okunmuş. Marjan’ın sesinin titreşimlerinde, buğusunda, vurgularında, parçanın yükseldiği anlardaki o harika çınlamasında, Farsçanın o mistik ve akıcı fonetiğinde asi bir hüzün gizli. Ajda Pekkan’ın Fransızca ve Türkçe yorumlarında bu ince ama güçlü duygu hissedilemiyor. Türkçe düzenlemesinin sözleri, parçanın ağırlığının ve yarattığı duygusal etkinin altında eziliyor adeta. Müziğin yarattığı güçlü duyguyu taşıyamıyor. Türkçe düzenlemede Ajda Pekkan’ın sesi de, Marjan’ın sesinin hırçınlığıyla, isyankar çıkışlarıyla karşılaştırıldığında son derece zayıf kalıyor. Bir süre daha araştırdıktan sonra, son dönemde bu parçayı Göksel’in “Mektubumu Buldun mu?” albümünde seslendirdiğini ve Nez’in de “Sevgi Bu mu Diye” adıyla şarkıyı yorumladığını ve klip çektiğini; klibin youtube’da ve diğer sitelerde oldukça populer olduğunu öğreniyorum. Göksel’in son derece popüler bir tarzda düzenlenmiş, bir arkadaşımın deyimiyle ‘sentetik’ yorumundan uzun uzun bahsetmiyorum. Sesinin dokusunda, bu şarkının ruhunu taşıdığına dair en ufak bir iz bile yok. Öyle olmasını da beklemiyorum zaten ve değerlendirme dışı bırakıyorum. Nez’in yorumu ve klip ise tam bir facia olmuş bence; şarkının aslının yarattığı duygunun tamamen değiştiği, Nez’in poposunun ve memelerinin ön planda olduğu, yarı oryantal saçma sapan bir pop müzik parçasına dönüşerek bütün derinliğini yitirmiş. Dinlediğinizde aynı şarkının bir düzenlemesi olduğunu bile zor anlıyorsunuz; hafif bir tiksinti duygusuna yol açıyor.
Ferhan Şensoy, Ferhangi Şeyler adlı oyununda yeni yeni patlamakta olan niteliksiz pop müzik furyasını eleştirirken, ‘Çarşamba’yı Sel Aldı’ türküsünü örnek vererek, türkünün ‘Ulan, bu Çarşamba’yı alsa alsa ne alır acaba; hımm, tamam buldum lan, sel alır yahu’ diyerek yazılmadığını, Çarşamba’yı önce sel aldığını, bunun büyük bir yıkıma yol açtığını, toplumsal belleğe kazındığını, bu türkünün de onun üzerine söylendiğini anlatmıştı kendine özgü neşeli tarzıyla. Selin yarattığı yıkımdan kaynaklanan o derin kederi taşır türkü; bu yüzden yapılmıştır zaten. Siz bu türküyü ele alıp da, örneğin caz motifleriyle ve modern çalgılarla yeniden yorumlarsanız (Aşık Veysel’in türkülerinin caz motifleriyle yeniden yorumlandığına tanık olmuştum), melodik olarak çok özgün, gayet güzel bir eser yaratabilirsiniz belki ama türkü de ruhunu yitirmiş, varlık nedenini yaratan duygudan koparılmış olur. Orijinal olanla, yeniden yorumlanan sanat eseri arasındaki temel fark bu olsa gerek. Orijinal beste, şarkının melodisiyle, sözlerinin içeriğiyle, yansıttığı ruh haliyle, söyleyenin bu ruh halini hissetmesiyle eksiksiz bir bütün olarak ortaya çıkıyor ve bu bütünlüklü haliyle kalıcı, toplumsal bağlar oluşturuyor. Şarkı yeniden yorumlandığındaysa, bu bütünü oluşturan parçalardan önemli bir kısmı eksilmiş oluyor ve orijinal versiyondaki duygu zenginliği yakalanamıyor. İnsanlar sanırım bu yüzden yeniden yorumlanan parçalara alışmakta zorluk çekiyorlar ve eski tadı bulamıyorlar.
Şimdilerde sürekli olarak Kavir Del’i dinliyorum. Sözlerinin anlamına ve eğer varsa, Marjan’dan önce kaydedilmiş daha eski versiyonlarına henüz ulaşamadım ama internet ortamında bu konuda yardımı dokunabilecek insanlara forum sitelerinden ulaşmaya çalışıyorum. Geçmişin anılarına nüfuz eden ve başka pek çok imgeyi de harekete geçiren Ajda Pekkan’ın Fransızca yorumundan da, en azından bu nedenle vazgeçemiyorum. “Pijama pijama don atlet fanila”. İlgilenenler için belirtiyorum; Kavir Del dahil, şarkının bütün versiyonları internetten rahatça indirilebiliyor. Bunun yapılamadığı durumda, isteyenlere şarkıların tümünü e-mail ortamında ben de sağlayabilirim.