4 Kasım 2008 Salı

Astroloji vs. Bilim

Bilimsel içeriğe sahip dergilerde Astroloji’yle ilgili son derece olumsuz yaklaşımlarla karşılaşıyorum. Astroloji’nin bir ‘bilim’ olmadığını vurgulayan ve dışlayan yaklaşımlar bunlar genellikle. Bu tür yazıların ve yaklaşımların bilimsel içeriğine tamamen katılmakla birlikte, astrolojiyi tümden karşıya alarak reddetmek, ‘elinin tersiyle itmek’ üzerine kurulmuş bir eleştiriyi hiç onaylayamıyorum.
Bu yazıyı yazarken astroloji ile ilgili “gerçekleri” anlatmayı amaçlamıyorum. Astroloji’yi eleştiren ve iten bilimsel yaklaşımlarda ‘gerçeklik’ zaten pek güzel anlatılıyor. Bazı tanımlamalar üzerinden yol alırsak eğer, şöyle bir başlangıç yapabilirim:

Gerçeklik, insanlar tarafından bir ‘ideolojik süzgeçten’ geçirilerek algılanır.

Kullanılan ideolojik süzgecin niteliğine göre, gerçeklik algısı da nitelik değiştirerek farklı biçimlerde yansır insanların aklına. “Mutlak bir doğru yoktur, herkesin kendi doğruları vardır” yaklaşımı, insanlar tarafından genel kabul gören bir yaklaşımdır ve aslında bu önerme ‘maddi gerçekliğin’, tıpkı bir çay bardağının içerisindeki kaşık görüntüsü gibi, kırılarak farklı biçimlerde algılanmasına yol açan ideolojik yaklaşım farklarını vurgulamaktadır. Tek bir maddi gerçeklik vardır elbette ama insanlar bu maddi gerçekliği ideolojik belirlenimleri nedeniyle farklı biçimlerde algılamaktadır. Bundan yola çıkarak, asli olanın “gerçekliğin kendisi” olmadığını, bu gerçekliğin insanların algısına yansıma biçimi ve dolayısıyla, maddi gerçekliği anlamakta kullanılan “ideolojik süzgecin” kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Yazıyı yazarken temel olarak yapmaya çalışacağım, insanın yarattığı değerleri koruyarak, bu değerlerin korunmasını öne alan bir ideolojik yaklaşım geliştirmeye çalışmak; tartışılan konuların bu ideoloji aracılığıyla kavranmasını sağlamaya çalışmak olacak.
Bilimsel dergilerde astrolojiyle ilgili yazılanları okuduktan sonra, kafamda şöyle bir düşünce şekillendiğini farkettim bir süre sonra: ‘Antik Yunan mitolojisi, külliyen yalandır’. Ben böyle bir söz söylersem, bu doğru olmaz mı? Mitolojide anlatılan saçmalıkların gerçek olmalarına imkan ve de ihtimal yoktur. Mitolojik öykülerde yazılanlara dayanak olarak en ufak bir bilimsel kanıt bile gösterilemez. Bir dolu Tanrı, ölüp ölüp tekrar dirilen yarı insan yarı hayvan yaratıklar, gökyüzünde mızraklarla, oklarla gerçekleşen Tanrısal savaşlar, v.b. Bunlar gerçek değil elbette, kimsenin de gerçek olduğunu düşünmediği ortada. Durum böyleyken, neden sürekli astroloji bilimsel açıdan eleştirilir de, Yunan mitolojisinin ‘yalanları’ eleştirilmez ve insanlara ‘mitolojide anlatılan yalanlara inanmayın’ denmez? Sorunun yanıtı açık; çünkü astrolojinin bir bilim olduğunu iddia edenler vardır, mitolojiyi kimse bu şekilde görmez. Çünkü astrolojik değerlendirmelerin ‘fal’, ‘büyü’ özelliği vardır. Astroloji, insanların maddi hayatının üzerinde yıldızların ve gezegenlerin bir etkisinin olduğunu, insanların kendi etkinliklerinin üzerinde bir nesnellikle belirlendiğini iddia eder. Mitolojik öykülerin böyle bir iddiası yoktur, binlerce yıllık toplumsal yaşamda oya gibi işlenmiş, rafine ‘sanatsal’ değer taşıyan yaratılardır, etliye sütlüye karışmazlar. Çünkü, bu özelliklerinden dolayı astroloji toplumsal yaşam üzerinde ‘ideolojik’ bir etkiye sahiptir, aşağı yukarı herkes astrolojiyi bilir, ilgi duyar. Mitolojik öykülerle ise sadece konuya ilgi duyan okumuş yazmış elitler ilgilenir, toplumsal bir etkisi yoktur. Astrolojinin ayrıca son derece ciddi bir kurumsallığının da olduğunu görüyorum. Gazete köşelerinde, dergilerde, radyolarda anlatılan astrolojik fallar, gelecek açıklamaları, karakter analizleri gibi ‘saçmalıklar’, bu kurumsallığa dayanılarak üretiliyor elbette. Tıpkı dinler gibi, astroloji de insanlar üzerinde yönlendirici, ideolojik bir etkide bulunuyor. Bilm dergilerinde yayınlanan yazılarda da belirtildiği gibi, aslında tam da bu etkiyi sağlaması için pompalanıyor. Üstelik bunu yaparken, astrolojinin bin yıllar içerisinde toplumsal meşruiyet kazanmış, oturmuş geleneğinden yararlanılıyor. Bu anlamda, astrolojinin ideolojik etkilerine karşı bir duruşun ve mücadelenin son derece meşru ve gerekli olduğunu düşünüyorum, ama bunu yapmanın biçimleri hakkında ciddi kuşkularım var ve reddiye üzerine kurulu yaklaşımları paylaşmıyorum.
Astrolojinin karşısına ‘bilimsel değildir’ gibi bir önermeyle çıkmanın ve bilime vurgu yapmanın anlamsız ve gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ben şahsen, ideolojilerin karşısına “gerçekle” ve “bilimle” çıkılabileceğini düşünenlerden değilim. Daha önce de belirttiğim gibi, gerçeklik dediğimiz “şey” de bir dil ve bir ideoloji aracılığıyla kavranmak zorunda. Bilimselliğe ve gerçekliğe dair vurgu yapan yaklaşımlar da, kavrayışı sağlamak için aslında bir dil ve bir ideoloji kullanmaktadır; ama popüler astroloji saçmalıklarının karşısına bunlarla çıkılmamasını öneririm. ‘Fala inanma ama falsız da kalma’ sözünün neredeyse ‘atasözü’ haline geldiği bir toplumsal kültürden söz ediyoruz. Astrolojik falları, yorumları okuyan insanların büyük bir çoğunluğunun bilimsel olmak gibi bir kaygısı bulunmuyor zaten. Bilim de içeriği gereği toplumun bütününü değil, bu içeriğin niteliğini kavrayabilen aydın kesimi ilgilendiriyor. Bu kesim de zaten astrolojinin bilimsel bir tarafının olmadığını gayet iyi biliyor. Toplumun geri kalanı üzerinde ideolojik bir etkide bulunmak hedefleniyorsa eğer, daha incelikli, reddiye üzerine kurulmayan, elinin tersiyle dışlayıp itmeyen yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor. Ben genellikle bir şeyin palavra olduğunu söylememeyi, ya da bunu başka bir biçimde “belirtmeyi”, ya da ilgiyi o şeyin dışında başka bir yere taşımayı, üzerine başka vurgular yapıp, başka motiflerle harmanlamayı, bir anlamda “şeklini değiştirmeyi” tercih etmekten yanayım. Şekli değiştiğinde, içeriğinin ve taşıdığı vurguların da değişebileceğini, insanlara başka bir bakış açısı sunulabileceğini, başka bir sonuca ulaşabileceklerini de varsayıyorum. Bu da bir dil ve ideoloji kullanımıdır aslında; buna da bir tür karşı-ideoloji denebilir.
Ayrıca, ‘bilim’ ve ‘din’ ortak tarihsel köklere sahiptir, bir anlamda kardeştirler. Modern bilimin gelişmediği kadim çağlarda, ‘inanmak’ eylemi, ‘bilmek’ eyleminin yerini tutmaktadır. Yani örneğin ‘Babil’li din adamları’ dediğimiz kişiler, aynı zamanda gökyüzü gözlemleri yapan, Ay’ın ve gezegenlerin hareketlerini kayıt altına alan, yıldızları gruplandırıp isimlendiren ‘Babil’li bilim adamları’dır. Keşfettikleri gezegenlerin Tanrı olduklarını düşünerek tapınmışlardır. Tarihsel süreçte modern bilim bin yıllar içerisinde şekillenmeye başladığında, ‘inanmanın’ ve ‘bilmenin’ de yolları ayrılmaya başladıktan sonra, ayrı kanallardan akarak ilerlemişler, aralarında uzlaşmaz bir karşıtlık oluşmuş, Habil ve Kabil gibi düşman kardeşlere dönüşmüşlerdir. Buna rağmen, modern bilim ‘antik bilimin’ (aynı anlama gelmek üzere dinin) birikimini devralarak yoluna devam etmiştir. Örneğin astronomi, binlerce yıl boyunca astrolojinin biriktirdiklerini devralmıştır. Burçlar kuşağını olduğu gibi kabul etmektedir halen. En uzun günlerin ve gecelerin yaşandığı dönencelere oğlak ve yengeç isimlerinin verilmesi de astrolojik soyutlamalardan kaynaklanmaktadır. ‘Oğlak dönencesi’ ve ‘Yengeç dönencesi’ noktalarında, güneş oğlak ve yengeç burçlarına girmek üzeredir. Bu burçların girişinden döner ekvatora doğru. Sunday, ‘sun’ ve ‘day’ sözcüklerinden oluşur, güneş günü demektir. Monday, moon day’den gelir, ay günü demektir aslında. Saturday, Saturn day’den gelir, satürn günü demektir. İngilizce’de değil ama, İtalyanca’da Mars günü ve Venüs günü devam etmektedir hala. Gündelik hayatımızda kullandığımız birçok sözcük astrolojik kökenlere sahiptir. Zührevi hastalık, cinsel yolla bulaşan hastalık demektir. Zühre ise, Venüs gezegeninin eski dildeki adıdır. Kadın cinselliği astrolojide doğrudan Venüs’le ilişkilendirilir. İngilizce’de ‘Lunatic’ sözcüğü, deli demektir. ‘Luna’ kökünden gelir, Ay gibi, Ay’a benzeyen anlamındadır. Ay da astrolojide, değişen ruhsal durumları, bunalımları temsil eden gezegendir. Gündelik yaşamımıza bile bu denli girmiş, kullandığımız dilde bile izleri olan binlerce yıllık bir kültürel birikimden söz ediyoruz burada.
Astrolojiye yakın bir örnek olduğunu düşündüğüm için mitolojiden bahsettim biraz önce. Tıpkı mitoloji gibi astrolojinin de binlerce yıllık bir geleneği vardır. Astrolojinin entellektüel tadı buradadır. Astroloji bir dildir, bundan birkaç ay önce doğum haritamı elime alıp da baktığımda, hiçbir şey anlamamıştım. Şimdi bir dil öğrenir gibi öğrenmeye çalışıyorum astrolojinin sembolizmini. Açılar, gezegenler, asaletler, yöneticiler, ne ararsanız var. Bence müthiş bir gökyüzü soyutlamasıdır astroloji, insanın gökyüzünü tanımlanabilir, ifade edilebilir bir nesne haline getirme çabasıdır. İnsanın hayatı, doğayı, dünyayı, gökyüzünü anlama ve anlaşılabilir hale getirme etkinliğidir. Yani, tanımı gereği dildir, soyutlamadır. Üstelik, binlerce yılın birikiminin yarattığı son derece akıcı, gelişkin ve estetik bir dildir; tıpkı mitoloji gibi.
Astroloji’ye bu şekilde bakmak çok mu zor? Bence değil. Binlerce yıllık estetik geleneği sahiplenerek geliştirilen yaklaşımlar, astrolojinin genel olarak toplumsal yapı üzerinde yarattığı olumsuz ideolojik etkilerin ve tortuların temizlenmesinde izlenebilecek en etkin yoldur bence. Doğum haritalarınızı elinize alın, okumaya çalışın, astrolojinin sembolizmiyle tanışın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Lili Brik'e Mektuplar

“Sevgili, sevgili Lilionok,

Yeryüzünde bir tek seni seviyorum, yolunu gözleyen kuçunum senin.”

Vladimir Mayakovski
(Lili Brik’e Mektuplar, Moskova 1-6 Ocak 1922)

Büyük Sovyet şairi Mayakovski…
Devrimci ve sanatçı kimliğini hiç yitirmeden yaşayan, aşkı karşısında ‘köpekleşen’, sevgilisi Lili Brik’e yazdığı mektupları ‘köpeğin’ imzasıyla bitiren, yaşadığı aşkı şiirlerine ve mektuplarına sığdıramayan büyük şair. Rusya’da ve ekim devriminden sonra Sovyetler Birliği’nde fütürist edebiyat akımının öncülüğünü yapan Mayakovski, varlığının temel saç ayaklarını oluşturan devrimci, sanatçı ve aşık kişiliğiyle son derece sıradışı bir karakter görüntüsü çizmektedir.
Lili Brik, Mayakovski’nin ölümünden sonra kendisine yazdığı mektupları derleyerek bir kitap haline getirmiş; mektuplara yazdığı önsözde şöyle der:
“Mayakovski, mektuplarının çoğunda O.M. Brik’ten söz etmiştir. Ossip Brik ilk kocamdı. Kendisini on üç yaşında, ilk devrim sırasında, yani 1905’te tanımıştım. Lisemdeki Siyasal İktisat derslerini yönetmekteydi. 1912’de evlendik. Mayakovski’yle seviştiğimizi söylediğim zaman, üçümüz oturup birbirimizden ayrılmamaya karar verdik. Mayakovski’yle Brik, daha o zaman ortaklaşa bir edebiyat çalışmasıyla ortaklaşa fikirlerin yarattığı bağla çok yakın dosttular. Böylece, hem iç, hem de dış dünyamızda bir arada yaşadık.”
Brik’ler ve Mayakovski, 1915’ten Mayakovski’nin ölümüne kadar, on beş yıl boyunca üçlü bir ilişki içinde yaşayarak birlikte olmuşlardır. Ekim devriminin öncesinde başlayan ve devrimden sonra da devam eden bu ilişki, siyasal açıdan son derece fırtınalı ve çalkantılı bir döneme yerleşmiştir. Kadın erkek ilişkileri açısından da zengin bir laboratuvar gibi görünen bu aşk üçgeni, cinsellik ögesinin yanısıra, tarihin akışına etkide bulunan çok fazla entellektüel ve siyasal bileşenle de beslenerek uzun bir süre devam etmiştir.
Ossip Brik, Rus formalist okulunun ve fütürist edebiyat akımının öncülerinden, avant-garde bir yazar ve edebiyat eleştirmenidir. Aynı isimle faaliyet gösteren Rus konstrüktivist sanatlar grubunun resmi yayın organı ve etkinlik platformu olan LEF (Leftist Front for the Arts) dergisinin kurucularındandır. Oldukça etkin bir entellektüel ve siyasal birikime sahiptir. Ossip bu üçlü ilişkinin egemen unsuru gibi görünmektedir. Lili, Ossip’i on üç yaşında tanımıştır. Büyük olasılıkla Ossip, Lili’nin ilk beraber olduğu erkektir. Yaşça Lili’den sadece dört yaş kadar büyüktür ama Lili’nin anlattığına göre, lisede siyasal iktisat dersleri vermektedir ve aralarında bir öğretmen öğrenci ilişkisini de çağrıştıran bir belirlenim vardır. Lili Brik, Mayakovski’den etkilenip de birlikte olmaya başladığında ve bu durumu açıkça eşine anlattığında, Ossip karısını kıskanmamış ve bu ilişkiden alıkoymamıştır. Tam aksine, büyük bir öz güvenle davranıp, Mayakovski’yle son derece derin bir dostluk ve entellektüel paylaşım içerisine girmiştir.
Kıskançlık, egonun türevidir. Kırılmış bir benliğin çatlaklarından sızar. Yara kabuğu gibidir, yaralanmış bir ruhun üzerine sızarak katılaşır. Lili ve Mayakovski’nin ‘sevişmeleri’, öyle anlaşılıyor ki, Ossip’te büyük bir ego ya da cinsel benlik kırılmasına yol açmamıştır. Çünkü Mayakovski, bu aşk üçgeninin ‘tali’ unsuru gibi görünmektedir. Lili’nin ruhu ölünceye kadar Ossip’te kalmıştır; Mayakovski’yle paylaşılan ise, şairin hissettiği yoğunluğun aksine, aşk ya da delicesine şiddetli bir tutku değil, gayet insanca olduğunu düşündüğüm tensel arzularla ve Ossip’in de içinde olduğu bir süreçte, ortaklaşa üretilen muazzam bir siyasal dinamizm ve entellektüel doyumla belirlenmiştir.
Hiçbir kaynakta, Mayakovski’nin Lili’ye karşı hissettiği derin aşkın ‘karşılıklı bir aşk’ olduğundan bahsedilmiyor. Mayakovski, Lili’ye deli divane aşıktır, ama Lili, Mayakovski’ye aşık değildir. Kocasına, Mayakovski’yle ‘seviştiğini’ söylemiştir. Lili Brik’e yazdığı mektuplarında Mayakovski’nin delicesine, en fazla yakındığı konu, Lili’nin kendisine yeterli sıklıkta yazmamasıdır. Lili’den mektup alabilmek için yalvarır adeta. Yazdığı mektuplarda egodan eser bile yoktur. Tutkulu aşk, insanı zayıflatır; egosunu yok eder. Lili Brik, Mayakovski tarafından kendisine yöneltilen sınırsız sevginin kıymetini biliyor ve birlikte oldukları süre içerisinde bu hassas ruhu hemen hemen hiç incitmiyor; Mayakovski üzerinde sahip olduğu gücü kötüye kullanmıyor. Tam aksine, destekliyor Mayakovski’yi; siyasal ve kültürel üretiminin dayandığı temel unsurlarından birisi haline geliyor onun hayatında. Görünen o ki, Lili’nin hayatının merkezinde duran ilişki, Ossip Brik’le kurduğu ilişkidir ve bu ilişkiden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Aradan yıllar geçtikten sonra da, Mayakovski 14 Nisan 1930’da, 37 yaşında Moskova’da bir apartman dairesinde intihar ettiğinde (ki ölürken bile hala Lili’ye aşıktır, yanıbaşında Lili’ye yazdığı son mektup bulunmuştur), karı koca Brik’ler Mayakovski’nin yanında değil, Londra’dadır. Son dönemde araları bozulmuştur çünkü. Bazı kaynaklar, Mayakovski’nin Lili’ye olan saplantılı tutkusu ve ‘karşılıksız’ aşkı nedeniyle düş kırıklığı içerisinde intihar ettiğini iddia etmektedirler. Lili Brik bu iddiayı Berlin’de reddeder ve Mayakovski’yi daha önce iki kez intihardan kurtardığını söyler. Reddettiği, aşkın karşılıksız olması değildir; Mayakovski’nin ‘bu nedenle’ intihar etmediğini savunur. Kuşkusuz, Mayakovski sadece bu nedenle intihar etmemiş olabilir, ancak Lili’yle aralarında yaşanan ilişkinin terazisi böyle görünmektedir.
Mayakovski, 9 Nisan 1930’da son kez çıkar insanların karşısına; Plehanov Ulusal İktisat Enstitüsü öğrencilerine seslenir ve şiir okur. Okuduğu şiirlerin arasında hiçbir zaman bitirilemeyecek olan son şiiri ‘Yüksek Sesle’ de vardır. Bu şiirinde, Lili’ye şöyle seslenir: “Lili, sev beni…”. Başlanıp bitirilmemiş şiirlerinin Brik’lere verilmesini ister; “onlar kendilerini bulacaklardır bu şiirlerde”. Beş gün sonra kalbine bir kurşun sıkarak yaşamına son verir. 15 yıllık bir ilişkinin ardından, bir sevgiliye ‘sev beni’ diye yalvararak hayata veda edilebilir mi? Mayakovski’nin Lili’den yana büyük bir aşk yoksunluğu çektiğini düşündüğüm yaşamında geldiği bu dramatik son açıkça görülüyor. Lili’nin hayatının merkezinde duramadığının, onun için entellektüel ve siyasal anlamda değil ama, kadın erkek ilişkisi, aşk ilişkisi anlamında ikincil bir aktör olduğunun, Ossip’in gölgesinde yer aldığının farkındadır. Dolayısıyla, bir ‘aidiyet ilişkisi’ yaşayamamıştır Lili’yle. Lili’nin ruhu, bütün bu süre içerisinde Ossip’e ait olarak kalmıştır. Ossip’te bir benlik kırılmasına yol açmayan ve karısının sevgilisi olarak yaşamlarına Mayakovski’yi alabilmesini sağlayan, üstelik Mayakovski’yle dost olabilmesini de sağlayan, Lili’deki bu güçlü duruştur işte. Lili’nin bu hassas dengelere dayandığını düşündüğüm belirleyici duruşunun, Mayakovski’nin de kırılıp incinerek bu sürecin dışına düşmesine engel olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta Ossip’le merkezde duran, ağırlıklı olarak Ossip tarafından belirlenen, Ossip ölene kadar devam eden son derece güçlü bir kadın erkek ilişkisi, diğer tarafta Mayakovski’nin kırılıp incinmesine yol açmayan, Lili’yle tensel yakınlığı da içeren ama ağırlıklı olarak hem Lili’nin, hem de Ossip’in kurdukları siyasal entellektüel bağla desteklenen bir sevgi ilişkisi.
Avant-garde aydınlardan, sınırları zorlayan, bütün bir yaşam boyunca ulaşmaya çalıştıkları ‘yeni insana’ dair ipuçları taşıyan, devrimle, sanatla, aşkla beslenmiş; son derece şaşırtıcı, zengin, dramatik ve ruh dolu bir insanlık öyküsü. Aydın insan gerçekten de sınır tanımıyor.