17 Nisan 2011 Pazar

Zamanın Tozu

...
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi
...

Adam Václavské caddesi boyunca yürüdü. Mustek metro istasyonunun girişine geldiğinde, sola kıvrılarak dar sokaktan aşağıya doğru ilerledi ve az sonra  Národní caddesine indi. Akşamın geç bir saatiydi, havanın kararmasıyla birlikte ortalık tenhalaşmaya başlamıştı. Peşinden sürüklediği  bavulun arnavut kaldırımı sokakta çıkardığı tıkırtılardan başka ses duyulmuyordu. Bavulun sağ tekerleği bozuktu; her an yerinden fırlayacakmış gibi tuhaf bir devirle dönüyordu. Bavulun tıkırtısına karıştı adam. Bu alışılmadık, tren raylarının tıkırtısına benzeyen sesi seviyor. Çocukluk imgelerine taşıyor bu ses onu. Babasıyla birlikte saatlerce gelen geçen trenleri izlediği, kendini o kömürlü, kara trenlerde bilinmezlere giden bir yolcu olarak hayal ettiği günlere götürüyor. Uzun yıllar sonra bile her anımsayışında, istasyonlara sinen o yanmış kömür kokusu gelir yerleşir burnunun ucuna. Ne zaman isterse duyabilir bu kokuyu adam. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Tıpkı, Plzeň’den Prag’a doğru trenle seyahat ederken, yüzünü pencereden dolan güneşe verip, baharın ve yanmış kömür kokusunun burnunun ucunda oynaşmasının tadını çıkardığı gibi. Bilet kontrolörünün bir süre sessizce başında dikildiği, dalmış olduğu uykudan uyandırmaya kıyamadığı kadar çocuktur şimdi. İstasyon düdüklerine, kara trenlerin dumanlarına, buharlı lokomotiflerin çuf çuflarına vurgundur. Okul yolunu tren rayları keser.  Her gün eskimiş tahta vagonlara tırmanarak geçer demir yolundan.  Bazen dayanamaz, içine girer vagonların. Birkaç kez aniden hareket ediveren mavevra trenlerinin içinde kaldığı, dersi kaçırdığı da olmuştur. Tahta, demir, yağ, pas, sünger ve eskilik kokusu siner giysilerine. Yıllar sonra sahafların da benzer bir şekilde koktuğunu fark edecektir. Sahaf tutkunluğu da böyle başlar, eskinin içinde kaybolmayı  sever adam. Prag’da, bu eski kentte de kaybolup gitmeyi ister.
Národní  caddesini izleyerek Smetanovo caddesiyle kesiştiği köşeye kadar indi. Caddeyi geçip Legii köprüsüne geldiğinde durdu. Nam-ı diğer Lejyonerler Köprüsü. Karşısında bütün görkemiyle ulusal tiyatro, arkasında bütün sakinliğiyle Vltava nehri. Az ilerde Jiri Menzel, Milos Forman ve Emir Kusturica gibi Çek ve Avrupa sinemasının en ünlü yönetmenlerine ev sahipliği yapmış, Avrupa’nın iki büyük sinema okulundan biri olan Famu’nun ana binası yükseliyordu.  Hemen önündeki Národní Divadlo tramvay durağında bekleyen birkaç yolcu vardı. Elinde alışveriş filesiyle evine dönen yaşlıca bir kadın, öpüşen bir çift, iri yarı, fötr şapkalı, parlak gözlü, pos bıyıklı bir Çek işçisi. İşçiyi kurdu kafasında adam. Sade ve iddiasız görünüyordu. Tarihin bütün yükünü o geniş omuzlarında taşırmış gibi yorgun bir hali vardı. Elinde Škoda fabrikasının kim bilir kaç zaman önce çalışanlar için yaptırdığı eski püskü, pulları yer yer dökülmüş, havı çıkmış sarı bir çanta. Elleri büyüktü işçinin. Belli ki komünist dönemin alışkanlıklarından kurtulmayı hala başaramamış; birkaç hafta önce başlayan yasağa aldırmayıp tramvay durağında sigara içiyor. Öyle bir görüntüsü var ki, sigara içmeye özendirir insanı.  Ya da o anın resmini çizmeye. Büyük eliyle ağzına götürüyor sigarayı, pos bıyıklarının arasında kayboluyor sigara. Derin nefesler çekiyor işçi sigarasından; dumanında hüzünlü bakışları kayboluyor bu kez. Kim bilir hangi zamanın hangi bilinmez uğraklarında dolaşmaktadır şimdi düşleri. Yitirilmiş zamanların yitirilmiş imgeleriyle bütünleşir işçi. Daha önce görmüştür bu işçiyi adam. 1983 yılıdır. Asker postalıyla çiğnenmektedir topraktan yeni yeni filizlenen bahar çiçekleri. Alsancak’ta genç bir lise öğrencisi ‘Sputnik’ ve ‘Soviet Literature’ dergilerinin yeni sayılarını okumaktadır heyecanla. İzmir körfezinin karanlık sularına bata çıka ilerleyen Karşıyaka vapurlarının beyaz köpüklerine atlayıp, bambaşka yaşamlara doğru uzanır düşleri. Bu fötr şapkalı, parlak gözlü işçi, o güzel düşlerin dergi sayfalarından çıkar gelir. O güzel insanların, umudun, aydınlık bir gelecek kurgusunun en canlı örneği olarak durur karşısında. Gümüş bir çerçeveden bakar hayata genç öğrenci. Bu geçmişine ihanet eden şehrin sokaklarında, yıllarını çalışarak geçirdiği  Škoda  fabrikasının Škoda  çantasıyla dolaşmaya devam edecek işçi. Tarihin ayıbını örtermiş gibi, bayrak gibi taşıyacak eski püskü işçi çantasını. Klatovy, Plzeň şehrine bir saatlik mesafede küçük bir kasabadır. Klatovy tren istanyonunda, 1959 yılından kalma bir duvar yapıntısı vardır1. Resim ve heykel arası bir yapıttır bu. İnsanı tanımak, bilmek ve sevmek için, gelecek kurgusunun o incelikli umuduna sarılmak için o eseri görmek yeterlidir. Ve hemen yanı başında duran, elindeki sepetten çiçek dağıtan genç kız heykelini.
İşçiye özenip bir sigara yaktı. Vltava nehrinden gelen deniz kokusuna, usul usul akan nehrin köpüklerine karıştı adam. Aptal turistleri gezdiren müzikli gezi teknelerinden gözlerini kaçırarak, parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, nehrin en karanlık ve sessiz noktasına ulaştı. Zihninin derinliklerinde canlanan anılarını saydam köpüklerin aynasında akarken buldu. Galata köprüsünün yerli yerinde durduğu kadim zamanlara taşındı sigarasının dumanında. Tuvaletlerinde bile kırık kalpler yerine şiirlerin, sloganların yazılı olduğu anarşist bir otonomdur eski Galata köprüsü. İstiklal’den Karaköy’e doğru yürüyüşlerin sonlandığı, ele avuca sığmaz, kurtarılmış bir yeryüzü sığınağıdır. Güzel çocukların parlak yıldızlar gibi yağdığı bir eski zamandır şimdi. Düşlerin, sabah serinliğinde biriken çiğ taneleri gibi pırıl pırıl parladığı sonsuz bir çiçek bahçesine benzer  yaşam. El yapımı halılar gibi emekle ve  özenle dokunur insan aklının uzantıları. Tarihin akışı boyunca her gün yeniden bestelenen bitmez bir senfoninin en ince ama en hırçın notalarından biri gibi sabırla dikilir Galata köprüsü yerinde. Özgürlük damgalı posta pulları gibi yapışır insanın yazgısına.
Dokunaklı bir hali var insan hayatının diye iç geçirdi adam. Hep kaybettiklerimizin peşinden koşuyoruz. Kendini düşünce akışının girdabından kurtarıp hemen sol köşede kalan Slavia café’ye doğru çevirdi bakışlarını. Avrupa entelijensiyasının iki önemli merkezinden biridir burası. Kimler gelmiş, kimler geçmiş bu kahveden. Kafka, Rilke, Picasso, Çek yazınının pek çok önde gelen ismi, Nezval, Holan. Ama aralarında öyle biri var ki...  Az sonraki randevuyu düşündü. Hızlı hızlı son nefesleri de çektikten sonra sigarasını söndürdü. Uzun zamandır beklediği konuğuyla buluşmak üzere caddenin karşısına yürüdü. Slavia Café’nin kapısından içeri girdi.
...
Slavya kahvesinde oturan dostum Tavfer'le,
Vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
...
Yalnız başına oturur adam pencere kenarındaki küçük, yuvarlak masaya. Gecenin tatlı durgunluğuna yorgun yüzler eşlik etmekte, arka fonda hafif bir klasik müzik sesi duyulmaktadır.  Dvořák’ın Romans’larından2  birisi olsa gerek bu. Öyle ya, başka ne dinlenebilir Slavia café’de? Kemanın incecik tınısı, hemen yanınızda durgun akan Vltava gibi hüzünle dokunur ruha, berrak ve yumuşak geçişler gelir ardından ve sonra yeniden dalgalar, rüzgarlar, alıp götüren yağmurlar...
Sonra, beklenen konuk görünür kapıda. Yavaşça gelip masaya oturur. Adamın varlığının farkında değil gibidir. Gözlerini ‘Vltava suyuna’ doğru diker. Adam sessizce izler konuğunu. Bir gölgeyi ürkütmekten korkar gibi, zamanın tozuna karışır. Viktor Oliva’nın karşı duvarda asılı duran ‘Piják absintu’ 3 tablosuna karışır adam. Slavya Kahvesi’nin nefesine karışır. Konuk alabildiğine üzgündür. Hüzün okunmaktadır gözlerinde. Memleket hasreti mi çekmektedir ne? Yıllardır göremediği oğlu Memet’i mi özlemiştir yoksa? Çelik gibi kararlı bir ifadeyle, masmavi bakar. Ama yüreği ele verir Nazım’ı. Paltosunun cebinden bir defter ve kalem çıkarır. Ve yazmaya başlar, Vltava suyuna karşı...
...
slavya kahvesinde oturan dostum tavfer'le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli'yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul...
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.

Nazım Hikmet
Mayıs 1958, Prag4
...
Yıl 1958. Kızıl, kocaman bir elma gibidir Prag. Nazım Hikmet iki yıl geçirir Kafka’nın şehrinde. Dünya Barış Konseyi’nin Uluslararası Barış Ödülü, bu şehirde verilir Nazım’a. Memleket özlemiyle geçen yaşamına doldurduğu hasret şiirlerinin bir kısmını bu yaldızlı şehirde yazar. Slavya kahvesinin camından görünen Legii köprüsünü Galata köprüsüne benzetir şiirlerinde, Vltava suyunu boğaza benzetir. Varşova, Prag, Moskova demiryolu hattında geçen yıllarında, Nazım da tren raylarının tıkırtısına ve yazdığı şiirlere karışır gider.
Adam konuğuyla vedalaşıp, allak bullak bir ruh haliyle café’den çıktığında gecenin geç bir saati olmuştu. Müthiş yıldızlı bir geceydi. Nazım Hikmet’i, Viktor Oliva’yı, Picasso’yu,  Nezval’i, Slavia café’nin müdavimi kim varsa, hepsini peşinden sürükleyerek bavulunun tıkırtılarının eşliğinde ilerledi. Famu’nun kıyısından yürürken yüzlerce yıllık sanat geleneğinin yarattığı filmlere karıştı. Prag uluslararası film festivalinin gala salonlarının önündeki bahçede, çıplak ağaç dallarına asılmıştı film şeritleri5. Taze, sulu meyvalar gibi, bahar çiçekleri gibi sallanıyordu rüzgarda filmler. Ölümsüz aşklar, trajediler, dramlar vardı yaşama açılan bu pencerelerde. ‘Bir Sarışının Aşkları’ vardı, ‘Çingeneler Zamanı’ vardı, ‘Closely Watched Trains’ vardı. Film şeritleri geçiyor şimdi gözlerinin önünden. Çağrışımlar birbirini kovalıyor. Eski Sovyet filmlerinin naif karakterlerine bürünüyor. ‘Irony Of Fate’in Sasha’sı oluyor,  bir an sonra Kolya’ya dönüşüyor, Sergei Petrovich Kotov oluyor, Çölün Beyaz Güneşi’ne karışıyor,  Fyodor Sukhov6 oluyor.
1986 yılının Nisan ayıdır. Henüz onsekiz yaşındadır. Moda sinemasında, bedava bilet bulduğu için gittiği ‘Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor’ filmini izlemektedir. Oturduğu koltuğa çakılıp kalmıştır. Aleksandra’ya ilk kez o karanlık salonda vurulur.  Aşktır bu, o anda hisseder bunu. Yıllarca koşar peşinden. İnsan olmanın en temel değerleri, ilk kez o karanlık salonlarda cisimleşir genç adamın ruhunda. Büyük aşklara aşık olur. Büyük aşkların peşinden koşmayı öğrenir.
Bavulun tıkırtıları eşliğinde Prag sokaklarındaki yürüyüşüne devam etti adam. Henüz kalacak bir yer bulamamıştı kendisine. Gittiği yön konusunda da bir fikri yoktu ama ayakları emin adımlarla bir sonraki randevusuna doğru taşımaktadır onu. Belki daha da çetin geçecek olan kaçınılmaz yüzleşmeye doğru ilerledi. Nehir kenarından Karluv Most’a doğru yürüyüşüne devam etti. Köprünün karşısındaki ince sokağın başına geldiğinde durdu. Ne kadar tanıdıktı her şey. Daha dün gibi. Karşıdaki kilisede konser, solda kalan Karluv köprüsünde yürüyüşler, Prag gecelerinin o eşşiz, sanatsal estetiği. Sağa doğru yöneldi adam, daracık Karlova sokağında ilerlemeye başladı. Bu sokak Hanuş ustanın astronomik saatinin bulunduğu meydana çıkıyordu. Büyük bir turist kalabalığıyla beraber, sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, kuklacılar, büfeler arasında ilerlerken birden durdu. Sağa doğru giren bir koridorun başında çakıldı kaldı. Binalar arasındaki kapalı bir avluya doğru giriyordu koridor. Başını kaldırıp bildik tabelayı aradı duvarda. Yerinde değildi. İçini bir sıkıntı kapladı. Hemen koridordan içeriye, avluya doğru yöneldi. İçerideki dükkanların hepsi kapalıydı. Bekçi arkasından seslenir gibi oldu ama adamın duyacak hali yoktu. Sağ köşedeki ışıkları kapalı, kepenkleri inik dükkanın önünde durdu. Kapıda, eski 45’lik plaklardan yapılmış bir tabela asılıydı. Yerli yerinde duruyordu küçük plakçı dükkanı. İçi hüzünle doldu. Yüzünü cama dayayıp içeriyi görmeye çalıştı. Plakların dizildiği tahta kutuları, pikapların yanyana durduğu dinleme bölümünü, köşede eski bir karton kutunun içinde duran Çekoslovakya dönemine ait arşivi seçebildi. Yüzü cama dayalı, karanlık odaya süzüldü ve plaklara karıştı adam. Gözlerinden yaşlar damlayan kadını gördü içerde. Hayatında duyduğu en hüzünlü şarkıyı dinliyordu kadın. Adamın imgelemi çıldırmış gibi, kusursuz bir kesinlikle o eski yaşanmışlığın bütün ayrıntılarını oracıkta yeniden kurdu. Bir Hana Hegerová plağıydı çalan7. Tek parça siyah elbisesiyle, gözlerinden akan yaşlarla, ruhundan sel gibi taşan ve cisimleşen duyarlılığıyla bir sanat eserinden farksızdı kadın. Çarşaf gibi pürüzsüz, tropik denizlere benziyordu teni. Boynu, kolları, bacakları, elleri, yüzü, yüzünün ifadeleri hepsi sırasıyla süzüldü adamın belleğinden, gelip kadının bedenindeki yerlerini aldılar. İnci gibi yaşlar akıyordu kadının yanaklarından. Adam da ağlıyordu kadınla beraber. Hayatında gördüğü en duyarlı, en incitici, en derin, en dokunaklı sahnelerden biriydi bu.  Siyah beyaz fotoğraflara benziyordu kadın. Optikli Prag kartpostallarının üzerindeki gizemli eski zaman kadınları gibiydi görüntüsü. Mercekten baktığınızda, bütün ayrıntılarıyla büyürdü göz bebeklerinizde. Bütün evreni doldururdu varlığının yarattığı etki. Tek bir duygu asılı kalırdı zamanda. Haz. Ten kokusu gibi, gözyaşı gibi, şefkat gibi, masumiyet gibi, aşk gibi çarpan haz. Gerçekten de gölün dibindeydi işte gümüş kakmalı sandık. Gerçekten de bir kadın uyuyordu içinde, camdan kuşların arasında. Kendini gördü adam kadında. Sarıldı kadına. Daha önce hiç sarılmadığı gibi sarıldı. Daha önce sarılmadığı için sarıldı. Sapsarı bir bataklık gibi insanı derinliklerine çeken, çelik bir ustura gibi ruhu parça parça kesen, yitirmişliğin o köklü duygusuna saplandı. Öylece kalakaldı küçük, karanlık plakçı dükkanında.
...
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor, camdan kuşların arasında

Nazım Hikmet
Saman Sarısı (Tiren, Varşova-Krakof-Pırağ-Moskova-Paris-Havana-Moskova, 1961)
...
Küçük plakçı dükkanından ayrıldığında, varlığının bir parçasından da ayrılmış gibi bitkin hissediyordu. Kalabalık sokakta tek başına yürüyordu şimdi. Turistlerin, hediyelik eşya satıcılarının bağırıp çağırmalarını, barlardan, büfelerden yükselen abuk sabuk pop müzik seslerini duymuyordu. Yalnızca Hana Hegerová’nın hazin sesi yankılanıyordu kulaklarında. Astronomik saatin bulunduğu meydana kadar yürüdü. Dar sokaklardan açık alana çıktığında derin bir nefes aldı. Bir süre ne yapacağını düşündü. Bir otele gitmesi gerekiyordu. Aslında ona kalsa, sabaha kadar meydandaki küçük parkta oturabilirdi ama etrafta fotoğraf çektiren, şakalaşan, durup dururken bağıra çağıra tuhaf ve anlamsız bir hezeyana kapılan turist kalabalığı varken, kendisiyle ve şehrin ruhuyla başbaşa kalabilmesine olanak yoktu. İçinden gelen sese kulak verdi. Buraya kadar neden gelmişti? Neden döndüğünü, ne yapacağını gayet iyi biliyordu. Başından beri biliyordu. Burada bir dönem kapanmıştı hayatında. Kendini dürtüp duran eğilime teslim etti ve meydanı boydan boya geçerek dosdoğru o çok iyi bildiği Celetná sokağına, o çok iyi anımsadığı oteline doğru yürüdü.
Kapıdan girdiğinde o tanıdık atmosfer sardı çevresini. Resepsiyon görevlisi kadınlar bile değişmemişti. Kaydını yaptırıp girişin hemen üstündeki avluya bakan odayı istediğini söyledi. Kadınlar aralarında bir süre fısıldaşıp, odanın dolu olduğunu ancak yine avluya bakan karşı kattaki başka bir odayı verebilecekleri söylediler. Çaresiz kabul etti, bavulunu ve anahtarını alıp küçük odaya yerleşti. Avluya bakan pencereyi açıp gecenin karanlığına, tatlı tatlı esen rüzgarın kollarına bıraktı kendini. Bir sigara daha yaktı. Djarum Black’in karanfil kokusu doldurdu odayı. Karşısında duruyordu işte küçük otel odası. Olmak istediği yerdeydi. Tatlı bir sarhoşluk içinde deviniyordu ruhu. Loş ışıkta karşı odada genç bir çiftin varlığını sezebildi. Birbirlerine yaklaşıp uzaklaşıyor, dans eder gibi sarılıp ayrılıyorlardı. İnce bir ışık çizgisiydi aralarında şekillenen yakınlık. Dokunan, uzaklaşan, sarılan, çekilen, yapışan, kopan bir devinimle içsel bir tepkime gibi parlayarak eriyordu bedenleri. Gerçekle düşün, imgeyle varlığın nerede başlayıp nerede ayrıldığını fark edemez hale gelinceye kadar izledi ışığın dansını. Önceki yaşamlardan kalan düşlere karıştı sonra.  Bir kapı kapanmıştır tarihin orta yerinde. Camera obscura’da tersine döner ışıklı bedenlerin gerçek üstü dansı, koyu bir karanlığın derinliklerinde boğulur. Sert bir rüzgarla ardına kadar açılır küçük otel odasının avluya bakan penceresi. Ölümcül sevişmelerin kollarında erimiş iki insan gölgesi mum alevleri gibi titreşir. Bir tiyatro sahnesinde akar şimdi zaman. Aşkın karanlık yüzünün sahnelendiği yüz yıllık bir tragedyaya dönüşür ışığın dansı. “Ruhlarımız  kimi zaman dağınık dans etse de, ben hep senin izlerini taşıyacağım...”.  Yüz yıllık aşkın o esrik doruklarında, sessizce ruhumuza işleyen sonsuz yolculuklarda, olağanüstü deneyimlerin kollarında hazla yükselmiş incecik mum alevleri dayanamaz kopan fırtınaya. Son bir gayretle, bir yıldız patlaması gibi şiddetle parlar ve söner ışıklar. Tiz bir çığlıkla bozulur kömür gibi gecenin sağırlığı. İçsel zaman o anda durur. Henüz tamamlanmamış şiirlerin sözcükleri, aşkın inci gerdanlığının taneleri gibi saçılır zamana. Kara, koyu dumanlar yükselir göğe, ruhun göğe yükselmesine benzer. Yüz yıllık aşkın, tutkunun, kıskançlığın ve öfkenin o mükemmel örgüsü çözülür. Kopmaz sanılan bağ kopar. Kağıt gibi yırtılır benliğe hapsolmuş yüz yıllık zaman. Hanuş ustanın saati son çanlarını çalar. Perde kapanır.
...
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.
Yüz yıldır bekliyor beni
                    bir şehirde bir kadın.
Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
                       yol yüz yıllık.
Yüz yıldır alacakaranlıkta
                   koşuyorum ardından. 

Nazım Hikmet
6 Temmuz 1959
...

Bir şarkı çalınıyordu kulağına Ünol Büyükgöneç’in mülteci sesinden; Nazım’ı, aşklarını, ayrılıklarını mırıldanıyordu8. İnce bir yağmur çiseliyordu, avluya düşen yağmur damlalarının sesine karışıyordu düşsel müzik. Sabahın kör saatinde derin uykulardan uyandı adam. Astronomik saatin çan sesleriyle uyanmış gibi görünse de, içinde çalışan duygusal saatin çanları çok daha kesin ve şaşmaz bir tempoyla yönetiyordu benliğini. Hemen kalktı, elini yüzünü yıkadı, bavulunu toparlayıp hızlıca çıktı odadan. Karanlık koridorlarda yüzen imgeleri, merdivenlerin gıcırtısını, otelin sessizliğini, ruhunu, avlunun bahar tazeliğini, resepsiyon görevlisinin uykulu gülümseyişini, ‘yine bekleriz’ dileklerini, taze kahve ve somun ekmek kokularını bir araya topladı, iyice içine sindirdikten sonra vedalaştı hepsiyle tek tek ve otelden ayrılışını yapıp sokaklara attı kendini. Hava aydınlanmamıştı henüz, çıt bile çıkmıyordu sokaklarda. Meydanda sağa sola atılmış bira kutularının dışında, geceki turist gruplarından eser bile kalmamıştı. Kentin en tarihi dokusu, kendi ruhunun derinliklerine çekilmiş hafif hafif dalgalanıyordu sabah serinliğinde. Meydandaki parka gitti doğruca, sokak lambasının ışığıyla aydınlanan en kenardaki banka oturdu. İnsanlar aslolanın hayat olduğunu söylerler, bense okumayı tercih ederim9. Bavulunun ön gözünden bu sabah için hazırlamış olduğu kitabı aldı. Elinde tuttuğu kitabı önce biraz okşadı, sayfalarını aralayıp kağıt kokusunu içine çekti derin derin. Sonra dingin bir iç huzuruyla okumaya başladı. “ Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı...”. Kafka’nın Dönüşüm’ünü bu meydandaki bu bankta okumayı ne kadar çok istemiş olduğunu düşündü. Tıpkı kitabın kahramanı Gregor Samsa gibi, o da bir Prag sabahında sırtüstü dönmüş, hareketsiz kalmış, kapana kıstırılmış bir böcek gibi hissetmemiş miydi kendisini? Demir bir cendere gibi yüreği sıkıştıran dönüşümü yaşamamış mıydı bu sokaklarda? Kafka’nın,  şehrin dokusuna sinmiş olan o karamsar ruhuna karıştı adam. Slavia Café’den beri kendisini adım adım takip eden gölge, elindeki kitabın sayfalarında cisimleşti. Gregor Samsa’nın izinde, karanlık ve yağmurlu bir Prag sabahının insanı kendi gerçekleriyle yüzleşmeye iten yalnızlığına karıştı.
Son sayfayı da çevirip kitabı bitirdiğinde, zamanın geldiğini anladı. Birbirine eklemlenmiş bir dizi imgeler bütünü, kızıl bir gün batımı gibi ruhunda egemenliğini ilan etmiş, çıkmış olduğu içsel yolculuk pek çok uğrakta olgunlaştıktan sonra, Kafka’nın satırlarında sonlanmıştı. Bir eskici gibi, şehrin mücevher değerindeki duygusal yükünü toplamış, onunla bütünleşmişti. Bir borcu ödemiş, tortularından arınmış, eski saflığına yeniden kavuşmuş, tazelenmiş gibi hissediyordu. Kendi tarihiyle barışmayı başarabilenlerin çakır keyif sarhoşluğa benzeyen tutulmasıyla uzun süre hareket etmeden o anın tadını çıkardı. Ayağa kalktı sonra ve amaçsızca yürümeye başladı. Artık ne yön kaldı, ne sokak adları, ne meydanlar. Sadece Prag vardı. Sadece şehrin üstünde Kafkaesk bir bulut tabakası gibi birikmiş zamanın tozu vardı. Bütün bedeniyle ve ruhuyla ait olduğu o ince ve parlak ışık çizgisi vardı. Yüklü bir ağaç dalından sarkan sulu şeftaliler gibi olgunlaşmış, kendi ağırlığıyla düşmüştü toprağa. Sadece yürüdü adam. Tekerlekli bavulunu çeke çeke yürüdü. Kuyruğuna konserve tenekeleri bağlanmış kediler gibi, fincancı katırları gibi yürüdü. Peşinden anılarını, çağrışımlarını, belleğinin yarattığı yanılsamalı imgelerini, ruhunun kırılıp dökülen parçalarını, haz nesnelerini, aşklarını, tutkularını, ayrılıklarını ve tren sesi gibi tıkırdayan bozuk bavulunu sürükleyerek yürüdü. Yürüdükçe Nazım’ın Pırağ’ına karıştı, Kafka’nın Dönüşüm’üne karıştı. Bu aşk, ayrılık ve hüzün şehrinin ruhuna karıştı adam. Ufukta bir nokta haline geldi ve sonra... kayıplara karıştı.

17 Nisan 2011, Ataşehir

..............
1 Klatovy Tren İstasyonu, Klatovy, Plzeň




2 Antonin Dvořák, Romance Op. 75, No. 1



 3 ‘Piják absintu’ (The Absinth Drinker), Viktor Oliva


4 Yayınlanmamış şiirlerindendir.



5 Fabiofest. Prag Uluslararası Film Festivali, 2011.


 6 Irony of Fate, Eldar Ryazanov, Mosfilm, 1975

  Kolya, Jan Sverák, 1996

  Burnt By The Sun, Nikita Mikhalkov, 1994

  White Sun Of the Desert, Vladimir Motyl, 1969

  Moscow Doesn’t Believe In Tears, Vladimir Menshov, 1980



7Já Se Vrátím, Recital, Hana Hegerová, 1971


8Ünol Büyükgönenç, Güzel Günler Döreceğiz, Aynı Daldaydık, 1979

 

9 Logan Pearsall Smith


4 Ocak 2011 Salı

Rakı Balık

 “Ducunt volentem fata, nolentem trahunt”
(Kader istekli olanı götürür, isteksizi savurur)

Seneca

Güneş, Balık burcunda ve 5. evde. Ay, Başak burcunda. Güneş,  Uranüs’le  90° kare açıda, True Node ile 60° sekstil açıda. Harmonik ya da harmonik olmayan başka açısı yok. Ay, Satürn’le 60° sekstil açıda, Jüpiter’le ve şans noktası Chiron’la 120° harmonik, üçgen açıda. Yıllar içinde duyguların ilerleyici bir şekilde açılması, iş, toplumsal ilişkiler ve zevk verici etkinliklerde başarı, zengin bir aşk hayatı, güçlü duygusal bağlar, duygularla ilgili konularda gurur, aşkta kolay incinebilme ve karşılıklı anlayış beklentisi , aşkın öznesine karşı yüce gönüllülük ve affedicilik, güçlü sezgiler ve bunları güçlü bir analiz yeteneğiyle birleştirebilme, farklı kültürel algılara açıklık, içgörü ve gerçeği birleştirme yeteneği.

Reyhan uyandığında saat ilerlemişti. Pazar günü olduğunu anımsayarak kendi kendine neşelendi. Yatağın içinde şöyle bir döndü, esneyerek gerindi. Yine de kalkması ve evinin yolunu tutması gerekiyordu artık. Üniversiteden eski  arkadaşlarıyla kahvaltı programı vardı ve önce eve uğrayıp, bir duş alıp, kendine gelmek istiyordu. Yanında uyumakta olan erkeğe baktı bir süre. Pencere açıktı ve serin bir rüzgar dolduruyordu odanın içini. Aydın, sarınıp örtünerek uyumaktan hoşlanmazdı. Kışın en soğuk günlerinde bile, şimdi olduğu gibi, yorganın üstünde çıplak yatardı yatakta. Bir sigara yaktı Reyhan; ‘Şu adamın terlediğini göremedik’ diye geçirdi içinden. ‘Teri severim, emek demektir’. Muzip bir şekilde gülümsedi kendi kendine; çıplak bedeninin açıkta kalan ve üşüyen yerlerini iyice yorganın altına doğru çekerek, Aydın’a doğru döndü yatakta. Sabahın ilk sigarasından derin bir nefes çekerek genç adamın bedenini izlemeye başladı. Göğsünü, omuzlarını, kollarını… Gözü ister istemez aşağılara doğru kaydı. Geceki sevişmeyi düşündü. Yeni başlayan bir ilişkinin yüksek heyecanıyla ve hiç yaşamadığı kadar yüksek bir tempoyla birleşmişlerdi. Birkaç ayda nasıl böyle bir noktaya gelebilmişti bu ilişki? Bu denli hızlı gelişebilecek bir yakınlaşmaya çok uzak hissediyordu kendini oysa. Derin bir kırılma sürecinden geçerken, yaşamının onun için kalıcı olacağını düşündüğü bir dönemini istemeyerek de olsa, kırık dökük bir şekilde geride bırakmaya hazırlanırken, duygusal bir boşluğun içinde giderek kendi içine doğru kapanırken ve yalnızlaşırken, birdenbire hiç beklemediği, ruhunun yavaşlayan temposuyla hiç de uyumlu olmayan ani bir duygusal akışın içinde buluvermişti kendini. ‘Bir başkasıyla yaşanan ilişki’. Çok uzun zamandır bunu düşünmemişti  bile Reyhan ama sonra, hayatını altüst eden, aşkın o olağanüstü kırılgan duygusal bağlarının neredeyse tamamını koparan, güven duygusunu kırıp paramparça eden, yerine tepkiyi ve öfkeyi bırakan, parlak ve mutlu bir gelecek tablosunu yerle bir eden beklenmedik ayrılık gelivermişti. Hazır değildi Reyhan bu kopuşa; çok yüksekten düşmüştü yere ve çok yanmıştı canı. İç sıkıntısıyla bir nefes daha çekti sigarasından. Çağan’ı düşündü. Üç yıldan fazladır devam eden ilişkilerine nasıl da indirivermişti darbeyi? Aldatılmak her kadının kaderi midir acaba? Yaptığından pişman olmuştu Çağan ama Reyhan’ın kristal kalbi kırılmıştı bir kere. Aradan aylar geçmesine rağmen Çağan’a duyduğu tepki ve kırılma tam olarak geçmemişti. Aralarındaki insani bağı koruyarak zaman zaman görüşüyorlardı ama hepsi o kadar işte. Bazen eski anılara dalıp gidiyor sonra da aniden ruhu kaynıyor, düşüncelerinde Çağan’la öfkeyle hesaplaşırken buluveriyordu kendini. Özellikle yalnız kaldığı anlarda ağırlaşan bir duygusal cenderenin içine sıkışıyordu. Aydın tanışmalarının ilk günlerinde ‘kalbin soğudu mu peki Çağan’a karşı?’ diye sormuştu Reyhan’a. Kısa bir tereddütten sonra ‘hayır’ demişti Reyhan. Ne aşkı bitmişti, ne de öfkesi. Çağan’ın defalarca özür dilemeleri, telefonda ağlamaları ve kendini affettirme çabalarına rağmen bir adım bile atmamıştı Çağan’a doğru. Oysa Çağan içtendi; Reyhan da farkındaydı bu içtenliğin. Buna rağmen, öfkesi kontrol ediyordu benliğini. Yaşadığı duygusal kırılmaya yenik düşüyordu.
Aydın’la tanışmaları da tanrısal bir işarete bağlıydı sanki. Tam da gereken zamanda, tam istediği profilde bir adam. Aydın neredeyse hiç şans tanımamıştı ona; içinde bulunduğu duygusal tutulmayı umursamamış, basitçe elini uzatmış ve seçeneği ona bırakmadan güçlü bir şekilde tutmuştu Reyhan’ın dalgalanan ruhunu. Öylesine hızlı ve öylesine keskin bir şekilde yaklaşmıştı ki, hareketsiz bırakmıştı Reyhan’ı. Teklifsiz davranışlarını, pat diye elini tutuvermesini, hayatı hafife alan krema kıvamındaki ruhunu, taşıdığı özgürlük duygusunu, ruhundan taşan hüzünle karışık neşeyi ve tazeliği, hayata bağlılığını, onu hayata bağlayan unsurların ve haz nesnelerinin sıradışılığını ve estetiğini sevmişti Reyhan adamda. En çok da kendine güven duygusundan etkilenmişti Aydın’ın. Kendisine yönelen bu sıcak, güçlü ve içtenlikli duyguyu boşa çıkarmak istememişti. İlk sevişmelerinde ağlamıştı yatakta. Bir devrin kapanması ve yeni bir devrin başlaması. Bir kopuş ve yeni bir başlangıcın ilk anları. Hüzünle karışık umut, hazzın karşısında pişmanlık. Aynı potanın içinde eriyen, birbirinden ayırt edilemeyen, her an karşıtına dönüşerek ruhu harmanlayan bir duygular senfonisi. Anımsadıkça utanç hissediyordu hala. Aydın, bu duygu patlamasını ve Reyhan’ın yaşadığı karmaşayı anlamış ve göz yaşlarını öpmüştü onun.  

Satürn, Akrep burcunda ve 1. evde. Ay’la 60° sekstil açıda, Merkür’le 120 ° harmonik, üçgen açıda. Harmonik olmayan açısı yok. Ağırbaşlı, olgun, kuralların ve düzenin farkında, derin düşünebilen, hedefe yönelik, kararlı, dayanıklı, kendine güvenli, bazen umutsuz ve içe kapanık, etkileyici, kriz durumlarında soğukkanlı, ihtiyatlı. Kritik durumlarda nerede durduğundan emin olabilmek için, başkalarına karşı mesafeli durma eğilimi. Hayatı hafife almayan, ilkeli ve sorumluluk sahibi bir duruş.Düşünme sürecinde mantık ağırlıklı, duygusal kararlardan uzak Karar vererek mantıklı davranma tutumu, duygusal davranışlardan uzak olma. Amaca yönelik çabalarda her alanda başarı.

Sigarasını bitirip yataktan çıktı ve giyinmeye başladı. Bu odaya, çevresindeki yabancı eşyalara, bu yatağa, yatakta uyumaya devam eden adama ait olup olmadığını hissetmeye çalıştı. Çağan’la iki gün sonraki randevusu geldi aklına. Akşam yemeğine davet etmişti Çağan Reyhan’ı. ‘Uzun zamandır yapmadığımız bir şey yapalım’ demişti. ‘Bir rakı balık akşamına ne dersin?’...

-Günaydın
-‘Günaydın. Uyandın mı?’ dedi Reyhan Aydın’a doğru dönerek ve gülümseyerek. Aynanın önünde sütyeninin kopçasını iliklemeye çalışıyordu.
-Çok güzel görünüyorsun.
Kendi çıplaklığının ve açık pencereden odaya dolan soğuk havanın farkına vardı. Hemen yorganın altına doğru kaydı.
-‘Sen de çok güzel görünüyordun’ dedi Reyhan imalı bir şekilde gülerek. Tek parça siyah elbisesini de üzerine geçirdiğinde çıkmaya hazırdı artık. Yatağın yanına doğru yürüyüp, kenarına oturdu, bacak bacak üstüne attı ve saçlarını okşamaya başladı Aydın’ın. Siyah elbisesinin içinde, göz alıcı bir güzelliği vardı kadının. ‘Bir kadın, sabah uyandığında güzelse, güzeldir’. Parmaklarını saçlarında gezdirirken sevecenlikle bakıyordu Aydın’a. Eğilip dudaklarından öptü.
-Ne zaman görüşeceğiz tekrar? diye sordu Aydın.
-‘Biliyorsun, şimdi bile burada olmamalıydım’ dedi Reyhan, kederli bir ses tonuyla. ‘Kendimizi tutamıyoruz ve…’ Bir süre tereddüt ederek durdu. ‘…ve giderek sana doğru çekiliyorum ben.’
-‘Anlıyorum’ dedi Aydın. ‘Haklısın’.
-‘Senin için zor olduğunu biliyorum. Birbirimizi severken ve istek hissederken uzak durmaya çalışıyoruz. İnan ki benim için de zor senden uzak olmak. Ama konuşmuştuk, anlaşmıştık seninle, unutma. Üstelik bizi bu yola iten sensin.’
Aydın başını salladı. Pek de isteyerek girmemişlerdi aslında bu yola. Reyhan’ın Çağan’a karşı duygularının eksilmediğini farkettiğinde, ikisi arasındaki aşkın bitmediğini de anlamıştı. Gönülsüzce de olsa geri çekilme gereği duymuştu Aydın.   ‘Ah, o doğrudan şaşamayan nesnel bakış. Ah, o doğruda durmanın felsefesi’. Birkaç hafta boyunca hiçbirşeyi umursamadan devam eden ilişkileri, bir süre sonra gölgelenmeye başladı. Reyhan zaman zaman umutsuzluğa ve tereddüte düşüyordu; ruhunun dalgalandığı bu anlarda Aydın onu sarıp sarmalıyor, uzun uzun hayat hakkında, ilişkiler hakkında konuşuyorlardı. ‘Üslüp önemlidir’, diyordu, ‘ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemlidir’. Aldatmanın uzun ve köklü ilişkilerde ayrılık nedeni olmayabileceğini, karşılıklı ilişkide eritilebileceğini, hatta bazı durumlarda ilişkiyi güçlendirebileceğini söylüyordu. Ortada yaşanan bir ilişkileri varken, açıkça Çağan’a doğru yöneltme gereği duyuyordu Reyhan’ı. ‘Seni öldürmeyen şey, seni güçlendirir’ demişler; insanlar böyle bir kırılmadan sonra yeniden biraraya gelebilirlerse, eskisinden daha sağlam bir zeminde sürdürebilirler ilişkilerini. ‘Aşkın sınanmasıdır aldatma’ diyordu; ‘hayatın içinde sınanmayan ilişkiler zayıf kalır, kök salamaz, çürür, yavan olur. Belirsiz bir anda, saçma sapan belirsiz bir nedenle kopar gider’. Diğer taraftan Reyhan’la ilişkisinden de vazgeçmiyordu Aydın. Birlikte oluyorlardı, karşılıklı pek çok haz nesnesini taşıyorlardı ilişkilerine ve ister istemez bir bağ oluşuyordu aralarında. Reyhan ilk anda Aydın’ın bu iki uçlu yaklaşımı karşısında şaşkınlığa uğradı. Daha sonra ilişkinin akıcılığına kaptırdı kendini bir süre. Konuşulanlar yavaş yavaş anlam kazanmaya başladı. Hem Aydın’la yaşadıkları ilişkiden haz alıyor ve yükseliyordu, hem de Çağan’a dönme ve kaldığı yerden devam etme arzusu yakıcılığını hissettirmeye başlamıştı. Bir tercih yapması gerekiyordu Reyhan’ın ve bu tercih son dönemde ruhunda şekillenmeye başlamıştı aslında. Reyhan kararını verdi. Çağan’la yeni bir başlangıç yapmak istiyorsa, Aydın’dan uzak durmalıydı. Yakın oldukları durumda, bu olanağı bulamayacaktı. Yakın oldukları durumda, kendisini çekip çıkarmakta zorlanacaktı bu ilişkinin içinden. Tamamen Aydın tarafından yaratılan bu açık meşruiyet zemininde, izin istedi ondan. Aydın’dan, Çağan’a yaklaşmak için izin istedi. Görüşmeye devam ettikleri durumda, Çağan’a yaklaşmanın olanağını bulamayacağını söyledi ona. İki uca birden savrulma eğilimi taşıyan duygularını, karar vererek bir uçta toplamak istediğini söyledi. Aydın sıkı sıkı tuttuğu Reyhan’ın ruhunu, yavaşça bıraktı elinden. Reyhan’ın istediği hukuka uydu, inisiyatifi bıraktı  ve geri çekildi.    

Yükselen burç Akrep. Yönetici gezegeni Mars, Koç burcunda ve 6. evde. Mars, gündüz yöneticisi olduğu Koç burcunda asalet kazanmış durumda. 6. Ev, ‘Köleler Evi’dir ve kötücül bir alandır. Mars, 6. evde bulunmaktan haz duyar. Uranus ve Neptünle 120 ° harmonik, üçgen açıda. Harmonik olmayan sert açısı yok. Zeki, ağzı sıkı ve mesafeli duruş, ihtiraslı ve uçlarda bir hayat. Kader, yaşamın ya çok trajik ya da çok şanslı olmasını sağlayabilir. Duygularda derinlik ve aşık olunan insana karşı güçlü bağlar. Yaşamın bir anında, kişiyi derinden etkileyen dramatik bir olay ve buna bağlı olarak egonun dışavurumlarının köklü bir şekilde değişmesi. Zengin bir cinsel hayat ve cinsel ilişkide tutku.

Kadıköy – Beşiktaş vapurunun arka bölümündeki rahat koltuklardan birine oturdu Reyhan. İstanbul henüz sokağa taşmamıştı. Sakin ve sabırlı bir dinginlikle yeni bir pazar günü telaşının başlamasını bekliyordu yaşlı kent. Açık bölümde kendisinden başka oturan yoktu. Sabahın erkence bir saati olduğunu düşündü ve sigara yasağına aldırmadan bir tane yaktı. Avcunun içine doğru saklayarak bir nefes çekti sigarasından. Dumanın Haydarpaşa istasyonuna doğru dağılarak savrulmasını izledi bir süre. Birdenbire hareketlenen hayatını düşünmeye başladı.  
Çağan’dan intikam almak için mi birlikte olmuştu Aydın’la? Böyle bir amacı yoktu; hatta ısrarla kaçınmaya çalışmıştı bu duygudan ama işte olan olduktan sonra, yüreğinin soğumaya başladığını da hissediyordu garip bir şekilde. Eskisi kadar kırılgan ve tepkili değildi Çağan’a karşı. Onu özlüyordu. Birlikte geçirdikleri zamanın sıcaklığını, yıllar içinde damla damla biriken o güçlü aidiyet duygusunu, yaşanmışlığın ve kişisel tarihlerinin yarattığı ortak birikimi, eski evini, onları evli sanan komşularını, bakkal Rıza efendiyi, eski yaşamında ne varsa, kim varsa hepsini özlüyordu. Bir tarafında alıp götüren bir heyecan, tutkulu bir cinsellik, uçarı hazlar, diğer tarafında yaşanmışlığın yarattığı derin ve sağlam duygular. Bu ikilemin içinden çıkmayı başaracaktı. Aydın’ın ‘Vazgeçmek zorunda değilsin. Her ikimizi birden tercih et.’ önerisi geldi aklına. Kendi kendine gülümsedi, istekle ve heyecanla bir nefes çekti sigarasından. ‘Başka bir zamanda, başka bir dünyada, belki.’ Aydın’la tanışmasından hemen önce yaşadığı küçük kaçamağı düşündü sonra. Bora, Çağan’dan ayrıldığını duyunca nasıl da bıkıp usanmadan dolaşmıştı peşinde günlerce? Tuhaf bir çekilme duygusuna kapılarak yaklaşmıştı Bora’ya. Yüksek bir duygusallık ya da cinsel çekim gibi keskin bir duygu değildi hissettiği. Bora’nın günler geçmesine rağmen azalmayan ilgisinden etkilenmişti. Haftalardır süren kırılma duygusunun, haksızlığa uğramışlığın, hiçe sayılmışlığın en etkili ilacını sunmuştu Bora. İlgi. Sadece bir gece geçirmişlerdi sonrasında. Pek çok açıdan kötü bir gece. Sonra da pişmanlık ve düş kırıklığıyla uzaklaşmıştı Bora’dan. Yine de, hissettiği kırılma duygusunun azalmasına yardımcı olmuştu bu olay. ‘İnsan ruhunun ne tuhaf refleksleri var’.  Zaman zaman yakıcı bir şekilde Çağan’ı incitme isteği hissediyordu içinde. Özellikle yalnızken ve o bıktırıcı sıkıntı duygusuna yenik düştüğü anlarda, şiddetle hissettiği bir duyguydu bu. ‘Kırılan ego, böyle tamir ediyor demek ki kendisini’. Doğrudan doğruya intikam duygusuyla hareket etmediği için içten içe gurur duydu kendisiyle.   
Çağan’la giderek oturmaya başlayan iletişim, bir noktaya gelecek gibi görünüyordu. Henüz ayrı oldukları dönemde geçirilen zamanı konuşmamışlardı. Reyhan, Çağan’ın bu dönemde yaşananlarla ilgili sorun yaşamasından ve kırılarak uzaklaşmasından çekiniyordu. Yaşadıklarını bütün açıklığıyla anlatmak da zor geliyordu doğrusu. Ruhunda Çağan’a karşı taşımak zorunda olduğu bir yük gibiydi yaşananlar. Aldatılmışlığın yarattığı kırılmayı, Aydın’la yaşadığı ilişkiyle dengelemiş  ve uzaklaşmıştı bu duygudan. Şimdi artık, Çağan’ı da incitmeden ait olduğu yere dönmekteydi sıra. Aydın’la yaşanan ilişkinin bir meşruiyeti vardı belki ama Bora konusunu nasıl açıklayacaktı ki? İçi sıkılıyordu düşündükçe. Çağan da, belki de Reyhan’ı ürkütmemek için, bu dönem hakkında konuşmuyordu hiç. Yavaş yavaş kapatıyordu aralarındaki mesafeyi ama kesin bir biçimde eski ilişkilerine dönmek istediğini belli ediyordu. Geçen hafta sonu, birlikte geçirilen uzun bir günün sonlarına doğru, artık dayanamayıp Reyhan yöneltmişti kritik soruyu Çağan’a.
-Sen benim bu dönemde neler yaşadığımı biliyor musun Çağan?    
-‘Sormaya hakkım var mı ki?’ diye yanıtlamıştı Çağan soruyu. Sesinin titremesine engel olamamıştı ama. Belki de konuşmak zorunda kalmazlardı bütün bunları. Belki de, geçmişin üzerine kalın bir perde çekip, yeni ve taze bir başlangıç yapmaya karar verebilirlerdi. Reyhan bütün benliğiyle böyle olmasını istedi. İki gün sonraki rakı balık randevusu geldi yine aklına. Dananın kuyruğu bu buluşmada kopacaktı. Eksiksiz ve kararlı olmalıydı Reyhan. Kopmalı ve yeniden bağlanmalıydı.
Vapurun Beşiktaş iskelesine hafifçe çarpmasıyla yolculuk sona erdi. Reyhan düşüncelerinden sıyrılıp yerinden kalktı ve vapurdan indi. İskeleden evine doğru yürüyerek uzaklaşırken, aklı kesik kesik yaşadıklarına kayıyordu. İçinde geçmişe yönelik heyecan ve geleceğe yönelik tedirginlikle, yürüdü.

Venüs, Koç burcunda ve 6. evde. Venüs Koç burcunda zararlıdır. Mars’ın yönetimindeki bu burçta aşkı çabuk tüketebilir. Zor bir ev olan 6. evde iyi bir konumlanışa sahip. Neptün ve tepe noktasıyla (Medium Coeli, MC) 120 ° harmonik, üçgen açıda. Mars’la, 0 ° harmonik birleşme açısında. Harmonik olmayan  açısı yok. İlişkilerde canlı, ancak kontrolsüz, eldekileri çarçur eden. İş hayatında hafif tembellik. Kader, iş hayatında son derece yumuşak ve çekici yöneticilerle çalışma olanağı sağlayabilir. Bu yakınlaşma yöneticiyle bir aşk ilişkisine de dönebilir.

Birlikteyken zaman zaman gittikleri Kuruçeşme’deki balık restoranında, cam kenarındaki bir masada karşılıklı oturuyorlardı. İstanbul boğazının eşsiz manzarası uzanıyordu önlerinde. Yemeklerini sipariş ettikten sonra, Reyhan elini tuttu Çağan’ın. Son birkaç haftadır bilinçli bir yakınlaşma çabası içindeydi Çağan’a doğru. Eskisine benzer yüksek bir duygu ilişkisini yakalayacak gibi görünüyorlardı. Yoksunluğunu hissettiğini duygular, birkaç yakın görüşmeden sonra hemen geri gelmiş, ruhundaki boşluklara yerleşmiş,  aylardır sigara içmeyen bir tiryakinin ilk sigarasından bir nefes çeker gibi, doygun bir dinginlik sağlamıştı. Heyecanlı ve mutluydu Reyhan. Yaşamına kaldığı yerden devam edebilecekti.
Önce rakı geldi. Sonra mezeler, balık derken, koyu bir sohbet başladı aralarında. Buzlar erimişti ve eski sıcaklığını kazanıyordu ilişkileri. Mimikler, ağızlarından çıkan sözcükler, jestler, cilveler, imalar, iletişimin o hassas çizgisinin üzerinde, durgun akan bir nehir gibi düzenli ve sorunsuzca akıyordu aralarında. Suya sabuna dokunmadan pek çok şey konuştular yemek sırasında. Neşelendiler, hüzünlendiler, çakır keyf bir sarhoşluğun kollarına bıraktılar kendilerini. Sonra beklenmedik bir anda, beklenmedik bir açıklıkla sordu Çağan.
-Kimle birlikte oldun Reyhan?
Birisiyle birlikte olup olmadığını sormuyordu. ‘Kimle birlikte oldun?’ diyordu. Anlamıştı demek. Belki de şimdiye kadar bu soruyu soramamış olmasının nedeni, alacağı yanıta dayanıp dayanamayacağını bilememesindendi. Sesinde tedirginlik ve keder vardı Çağan’ın. Başının üzerinde bir süredir beklemekte olan giyotinin, artık bu akşam hedefine doğru ineceği belli olmuştu. Soğuk çeliği ensesinde hissediyordu. Reyhan’dan daha fazla yanacaktı canı, bunu biliyordu. ‘Ne ekersen onu biçersin’. ‘Rüzgar eken, fırtına biçer.’ Onları bu akşam, bu rakı balık masasında buluşturan kaderi Çağan yaratmıştı. O sebep olmuştu bütün bunların yaşanmasına. Yıllar boyunca binbir emekle ve yaşanmışlıkla örülen bir ilişkiyi hiçe sayarak aldatmıştı Reyhan’ı. Çirkin bir şekilde, Reyhan’ın hiç de haketmediği bir şekilde yapmıştı bunu. Bir ay boyunca hem de. Olanlar Çağan’ın hatasıydı ama, belki de Reyhan’ın kaderiydi bu aynı zamanda ve Çağan yalnızca bu kaderin bir aracıydı. Tıpkı Aydın gibi. Ya da Bora gibi...
-Bunları konuşmak zorunda mıyız Çağan? dedi Reyhan. Soruyu o anda pek beklemediği belliydi.  ‘Çok incindik zaten. Yeni bir başlangıç yapamaz mıyız?’
Çağan gözlerini Reyhan’ın gözlerine dikti. Net bir şekilde yanıtladı sonra.
-‘Hayır. Bilmek istiyorum ne yaşadığını. Bunun üzerine yeni bir başlangıç yapabiliriz ancak.’
Reyhan çaresiz hissetti kendisini. Anlatmak zorundaydı, aksi düşünülemezdi bile. Üzgün gözlerle baktı Çağan’a. Hafifçe öksürdü, sesi takılacak gibiydi sanki.
-‘Aydın’la birlikte oldum’ dedi. ‘İki aydan fazla sürdü ilişkimiz. Son bir aydır da ayrıyız. Ara sıra görüşüyoruz yine de...’
-‘Aydın kim? Nasıl tanıştınız?’
-‘İşyerinden’ dedi Reyhan. ‘Yöneticilerden birisi. Bağlı olduğum yöneticim değil ama yaptığım bazı işleri o yönetiyor.’
Uzun bir sessizlik oldu. Ne Çağan ne de Reyhan bozmaya cesaret edemiyorlardı bu sessizliği. Giyotin hedefine inmişti. Çağan, kuşkunun pençesinde çektiği azaptan kurtulmuş, gerçeğin derinliğinde boğulmuştu artık. ‘Beklemek, ölümden beter’ demişler. Tuhaf bir rahatlama duygusunun yayılmaya başladığını hissetti.
-Bir de...Bora var. Anlatmaya değmez küçük bir olay.  
Çağan parçalanmış hissediyordu kendini. Reyhan’ın bu denli açık ve keskin adımlar atabileceğine inanmak istememişti bir türlü. Bu sonu hakettiğini, başına gelenlere kendi davranışlarının neden olduğunu düşündü. Sonra da, bu denli kırılmış olmasına rağmen, Reyhan’ı sevdiğini hissetti. Daha zor bir süreç başlayacaktı aralarında. Her ikisinin de birbirlerine dikkatli yaklaşmasını gerektirecek, hassas bir dönem geçireceklerdi önce. Ancak bundan sonra, olağan akışına kavuşabilirdi ilişkileri. Reyhan, Çağan’ın aklından geçenleri okumuş gibi:
-‘Seni seviyorum ben Çağan’ dedi. ‘Çok kırıldım. Senin de incindiğinin farkındayım. Ama bizim bir tarihimiz var. İçimden çıkarıp çöpe atamıyorum onu’.
Çağan uzandı öptü Reyhan’ı. Bir şeyler söyleyecekmiş gibi yaptı, ama küçük bir öksürükten başkası çıkmadı boğazından.
-‘Evimize gidelim mi artık?’ diye sordu Reyhan. Zaman zaman içine düştüğü duygu karmaşasını hissetmeye başladı yine. Yükseldi, yükseldi ve zirveye ulaştığında patladı. Hüzün, keder, kızgınlık, intikam, aşk, şefkat, aidiyet.. Gözlerinden ip gibi yaşlar inmeye başladı Reyhan’ın. Çağan’ın vereceği yanıttan emindi.

23.12.2009, Ataşehir

1 Aralık 2009 Salı

İki Plak

Geçtiğimiz günlerde, internetten satış yapan sitelerin birinde, iki eski plak buldum. Ülkemiz bir ‘yitik değerler müzesi’ne benziyor artık. Ben bunun tadını mı çıkarıyorum, yoksa bu plakları piyasada bulabilmenin kederini mi yaşıyorum daha çok, henüz karar verebilmiş değilim. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, Lenin heykelcikleri, komünist döneme ait madalyonlar, orak çekiçli bayraklar, kızıl ordu üniformaları, plaketler, v.b. gibi, eski düzene ait aklınıza gelebilecek ne varsa metalaştırılarak nasıl haraç mezat tezgahlarda satıldıysa (ve ben bunları deli danalar gibi sağda solda koşturarak topladıysam), yitirilmiş ideolojilerin ürünleri de aynı türden bir toplumsal prestij kaybına uğrayarak pazara düşüyor. Artık pek az kimsenin itibar ettiği pek çok değerli parçanın onurunu kurtarmak da, sanırım biraz da olsa, bana ve benim gibi tarihin çöplüğünde yaşamaya devam eden yeniklere düşüyor. Kendi söküğümüzü kendimiz dikiyoruz.
Plakların, kitapların, müziklerin, resimlerin, heykellerin v.b.’nin de insanlar gibi, yaşam öyküleri vardır. Bir yaşanmışlığın ürünüdür bunların hepsi; kendilerini yaratan insanı ya da insanları tanımlama ve temsil etme yeteneğine ve hakkına sahiptirler. O insanlarla beraber yaşarlar. Aşkla bağlıyız ya hayata; buyrun bu aşkın öznesi niteliğini taşıyan iki küçük yapboz parçasının yaşam öyküsünü...

BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ

‘Canların gözleri yaşta,
Aklı idamlık yoldaşta,
Yeşil ölümle savaşta,
Sabahleyin saat beşte.’

Can Yücel
(Yeni Türkü / Buğdayın Türküsü – 1979)

Yukarıdaki dörtlük, Can Yücel’in bir şiirinden alınarak bestelenmiştir. Deniz Gezmiş’lerin idamını anlatan bir şiirin son dörtlüğüdür bu ve şarkı da, Yeni Türkü’nün Buğdayın Türküsü albümünde yer alır. Yeni Türkü’nün bu nadir bulunan, Buğdayın Türküsü albümünün öyküsü hayli ilginç. Grubun ilk albümü olma özelliğini de taşıyan plak, 1979 yılının sonlarına doğru basılıyor. Oldukça keskin bir siyasal içeriğe sahip olması nedeniyle, 1980 askeri darbesinden sonra toplatılıyor. Piyasada yalnızca kısa bir süre kalabilen, sonrasında da toplatılan albüm, sol çevrelerde neredeyse bir kült olmuş durumda. Otuz yıllık bu albümü bulması zor, bulunan kopyanın iyi korunmuş durumda olması daha da zor. Benim gibi, kişisel tarihinde geleneksel solun çemberinden geçmiş kadrolar açısından da, özel bir değeri vardır bu albümdeki parçaların.

Plağı güzelce temizledikten sonra pikaba yerleştirdim, ışıkları kapatıp şarabımı elime aldım, sigaramı da yaktıktan sonra herşey hazırdı artık; dinlemeye başladım. Gençlik yıllarıma taşındım plağı dinlerken. Okuma programlarının ardından, zihinsel yorgunluğun da o tatlı heyecanıyla oturulan yemeklerde, sohbet ortamlarında, memleket kurtarılan masalarda söylediğim şarkılar geldi aklıma. Buğdayın Türküsü’nün bende en fazla yer ettiği dönem, bu aktif siyasete giriş dönemidir. Beni siyasete bağlayan o çelik bağların önemli bir kısmı, solun aydınlık olduğu; sanatı, edebiyatı, müziği ve insana ait değerleri temsil ettiği bilincinden kaynaklanır. Bizim insanımız farklıdır. Ütopyalara bağlanabilen ve gelecek düşlerini canlı tutabilen insan, ruhunun esnekliğini yitirmiyor. O naif heyecanları, umudu, alçakgönüllülüğü, inceliği, masumiyeti kişiliğinin derinliklerinde eriterek aydınlık kimliğinin kopmaz değerleri haline getirmeyi başarabiliyor. Bir tarafımız isyanla, mücadeleyle, inatla ve aklımızın aydınlığıyla tutunurken hayata, diğer tarafımız hep çocuk kalır bizim; duygularımızın, duyarlılıklarımızın derinliğinde boğuluruz ve aydın kimliğimizin o değişmez salgısına bağlı olarak, hayata hep farklı arayışlarla, yeni heyecanlarla, bilinmeyen olasılıkların yarattığı hazla tutunuruz.
Grubun kurucularından olan Selim Atakan doktordur. Üniversite yıllarında hocam olmuştur benim. Yeni Türkü’nün 1980’den sonra değişen ve radikalliğini yitiren politik çizgisi, o dönemlerde ciddi şekilde eleştiriliyordu. Bu eleştiriyi doğrudan bir şekilde Selim Atakan’ın kendisine yönelttiğim günü anımsadım plağı dinlerken. 1988 yılında Yeşilmişik albümü basıldığında, ben fakültenin 3. sınıfındaydım. Patoloji derslerimize gelirdi Selim Atakan bizim. Bir gün, hocanın dersi başlamadan önce, birkaç arkadaşımla beraber anfinin tahtasına, biraz da kibirle ve yukarıdan bir bakışla, ‘Buğdayın Türküsü ≠ Yeşilmişik’ yazmıştık. Kapıdan girer girmez Selim hocanın gözüne çarptı tahtaya tebeşirle yazdığım yazı. İçerdiği üstü kapalı politik mesajı hemen anlamış olmalı. Ben anfideki yerimde kızgınlıkla otururken, Selim Atakan bir süre öylece baktı tahtadaki yazıya. Sonra da silgiyle yavaşça sildi yazıyı. Hüzün hissetmiş olmalı. Şimdi, aradan bunca yıl geçtikten sonra, plağı dinlerken benzer bir hüznü ben de hissediyorum.

Hüzün derin ve köklü bir duygudur. En hassas yerinden yakalar insanı. Ne çok değeri yitirdik bu ülkede biz. Ne ateşlerden geçti insanlarımız, ne çok yenildik. Pek çoğumuz, kendi varoluşuna bir anlam veremeyecek kadar boşluklara düştü, savruldu gitti. Sabırlı bir bilgelikle örüp duruyoruz hala ruhumuzun söküklerini. Bu plaklar, kitaplar, eskici dükkanı parçaları hayatımızın köşe taşları bizim. Bizi biz yapan unsurları tek tek, sanki bir tarih yapbozunun parçalarını yerleştirir gibi,ruhumuzun boşluklarına yerleştirme çabası içindeyiz. Gelecek kurgusu dediğimiz incelikli umut, tarihin çöplüğünde yeniden biçimleniyor parça parça.

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ / ŞİLİ HALKIYLA DAYANIŞMA GECESİ

Diğer plağın ardından da, ilginç bir öykü çıktı. TİP’in 1976 yılında İstanbul, Ankara ve İzmir’de gerçekleştirdiği, Şili Halkıyla Dayanışma Geceleri’nden derlenmiş bir plak bu. Plağın içinde, TİP korosunun seslendirdiği devrimci şarkılar, partinin Genel Başkanı Behice Boran’ın açılış konuşması, bu dayanışma etkinliğine katılmak ve konser vermek üzere Avrupa’dan gelen Şili’li sanatçıların seslendirdiği şarkılar, marşlar ve salondaki izleyicilerin sloganları var. Ayrıca, bu etkinliklerin tanıtımı için, parti tarafından o zaman 20.000 adet basılmış ve dağıtılmış olan bir broşürü de eklemişler plağa. Broşürde Aziz Nesin’in, Onat Kutlar’ın, Adalet Ağaoğlu’nun, Tan Oral’ın yaptıkları dayanışma konuşmalarının tam metinleri, partinin yapılan etkinliğin tanıtımı için gerçekleştirdiği afişleme çalışmalarının fotoğrafları, konserler sırasında çekilmiş diğer fotoğraflar, iç ve dış basında çıkan yorumlar, haberler yer alıyor. Tam bir tarih kalıntısı. Tahmin ediyorum, bu plaktan bir tane daha bulamazsınız piyasada. Bir insan, sahip olduğu böyle bir plağı neden satar ki? Ekonomik zorluklardan olsa gerek. Benim açımdan anlaşılabilir tek gerekçe de bu olur sanırım. Ya da, zamanında bu işlere gönül vermiş eski tüfek bir komünistin, ölüp gittikten sonra, ‘yükselen değerlerle’ yetişmiş kıymet bilmez çocukları, haraç mezat satmışlardır plaklarını, kitaplarını ve ruhunu.
Plağın kapağını açtığımda, konser salonunun büyük boy fotoğrafıyla karşılaştım. Tribünlere gerilmiş parti bayrakları, pankartlar, Spor ve Sergi Sarayı’nın ortasında kürsü ve mikrofon, Allende’nin bir portresi ve yumrukları sıkılmış insanlar. İnsanlar. Yüz ifadeleri beni çarpar. Yüz ifadelerinde pek çok duygunun izlerini görebilirsiniz; bu duyguları tanıyabilirsiniz. Adanmışlık, aşk, içtenlik, naiflik, masumiyet; bugün gündelik hayatın içinde pek az bulunabilen bu yüz ifadelerinin tamamını, 33 yıl önce basılmış bir plağın iç kapak fotoğrafındaki yüzlerde gördüğümde, gözlerimin dolmasını engelleyemedim. Behice Boran’ın tok sesiyle yaptığı açılış konuşmasının kaydı, en azından tarihsel bir belge niteliği taşıyor. Şili’li sanatçıların dayanışma gecesine katılımlarının öyküsü de oldukça ilginç. Faşist askeri cunta nedeniyle ülkelerine dönemeyen bu insanlar, diyar diyar dolaşıp neredeyse Avrupa’nın bütün ülkelerinde, komünist partilerinin düzenlediği Şili’yle dayanışma gecelerinde konser vermişler. Ancak, 1976’nın ‘demokrat Türkiye’sinde’ sınırdışı edilmekten kurtulamıyorlar. İstanbul’da ve İzmir’de gerçekleştirilen ilk iki etkinliği bütün çabalarına ve zaman zaman zor kullanımına rağmen engelleyemeyen hükümet, sanatçıları Ankara’daki etkinlik için, uçakla Esenboğa’ya gelişlerinde gözaltına alıyor. Döviz kaçakçılığı suçuyla apar topar sınırdışı ediliyorlar. Dönemin TRT’si ve gerici gazeteleri de, utanıp sıkılmadan bu haberi yayınlıyor.

Etkinliğe katılan Şili’li sanatçılar Isabel ve Angel Parra, Şili’nin dünyaca tanınan folk müziği sanatçılarından Violetta Parra’nın oğlu ve kızı. Bu isimleri plakta görür görmez anımsadım. Bundan birkaç ay önce, yine internetten aldığım birkaç plağın içinde Isabel ve Angel Parra’nın da bir albümleri vardı. Hemen plakları karıştırarak çok ucuza aldığımı anımsadığım bu albumü de bulup çıkardım. Yanyana duruyorlardı şimdi karşımda. Demek ki, ülkemiz piyasası sadece kendi değerlerimiz açısından değil, gözden düşen ideolojilerin dünya çapındaki ürünleri açısından da bir değer arz ediyormuş.

Bu iki tarih parçasının, şimdilik salonumdaki pikapta sonlanan yolculuklarının özeti aşağı yukarı böyle. Umarım her ikisi de uzunca bir süre dinlenme olanağı bulurlar. Yeni yapboz parçalarının ardında, yeni yaşanmışlıkların peşinde yolculuklara devam...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Kavir Del

Bazen çarpılıyorum ben. Kulağıma çalınan bir şarkı, gözüme ilişen bir film ya da fotoğraf karesi, okuduğum kitapta karşılaştığım bir ifade, hatta yerli yerinde kullanılmış tek bir sözcük bile, bütün gündemimi belirleyen bir serüvene ve haz nesnesine dönüşüveriyor aniden. Geçtiğimiz haftalarda kulağıma çalınan ve daha ilk anda tanıdık bir duygu yaratan, geçmişin derinliklerine doğru uzanan, ruhumda belli belirsiz bir mutluluk duygusunun uyanmasına yol açan ama hangi şarkı olduğunu, neden böyle bir etkide bulunduğunu ilk anda çıkaramadığım o eski şarkının peşine düşmemezlik edemezdim. Sözünü ettiğim şarkı, 1977 tarihli bir Ajda Pekkan aranjmanı olan ‘Viens Dans Ma Vie’.
Şarkıyı Ajda Pekkan’dan tadını çıkararak birkaç kez dinledikten sonra tam olarak anımsayabildim. Ajda Pekkan’ın bu Fransızca şarkısı popüler olduğunda, ben ilkokuldaydım daha. Sokaklarda dilimizden düşmeyen, oynak, oryantal, melodik bir parçaydı. Sözleri Fransızca olduğu için ne anlattığını bilmezdik haliyle ama melodisiyle beni yakalayabilen şarkılardan birisi olmuştur bu. İnternette şarkıyla ilgili rastgele gezinirken, Ekşi Sözlük’te şarkının popüler olduğu dönemde, Fransızca olması nedeniyle nakarat kısmının halkımız tarafından ‘pijama pijama don atlet fanila’ şeklinde değiştirilerek eğlenceli bir şekilde söylendiğini ve bunun uzun bir süre içinde dillere yerleştiğini okuyunca, birdenbire bu nakaratın da sokaklarda bizzat kendim tarafından defalarca tekrarlanmış olduğunu anımsayıverdim. Adana’nın o tozlu, topraklı 1970’lerine, çocukluk günlerime dönüvermiştim birdenbire.
Günlerdir elimde olmayarak bu nakaratı mırıldanıp duruyorum. Bu imgeler o dönemin motiflerine ait başka pek çok imgeyle birleşerek karanlıkta kalan, artık anımsamakta zorlandığım başka pek çok anıyı da beraberinde getirdi. Sanırım ben bu yüzden peşine takılıyorum bu eskici dükkanı parçalarının. Ekşi Sözlük’te şarkıyla ilgili rastladığım bir diğer ayrıntı ise, şarkının aslının Farsça olduğu ve Ajda Pekkan’ın bu şarkıyı orijinal Farsçasından düzenlediği oldu. Her ne kadar Fransızca söylenmiş olsa da, şarkının oryantal yapısı düşünüldüğünde hiç de şaşırılacak bir durum değil bu. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi diyebilirim.
Ajda Pekkan bu şarkıyı 1977 yılında ‘Viens Dans Ma Vie’ adıyla Fransızca olarak ve 1978 yılında ‘Baksana Talihe’ adıyla Türkçe olarak seslendirmiş. Türkçe versiyon, toplumsal bellekte Fransızcasından bile daha az yer etmiş durumda. Ben de örneğin, şarkının Fransızcasını ve ona uydurduğumuz nakaratı net olarak anımsarken, Türkçesini anımsayamadım. Şarkının İran kökenli olduğu pek bilinmiyor. Orijinal eserin adı Kavir Del. Daha çok bilinenler, şarkının düzenlenmesiyle ve Ajda Pekkan tarafından söylenmesiyle ilgili asılsız, dedikodu niteliğindeki söylenceler. Örneğin, pek çok internet sitesinde parçanın sözlerinin Ajda Pekkan’a bir karşılaşma anında Enrico Macias tarafından alelacele bir kağıda yazılarak verildiği, Ajda Pekkan’ın bu şarkıyı aslında Fransızca bilmediği halde, ezberden okuyarak söylediği gibi safsatalar yer alıyor. Oysa gerçek bu değil.
Kavir Del, bir hüzün şarkısı. İran kaynaklı forum sitelerinde şarkının eski bir İran halk şarkısı olduğu söyleniyor. 1960’lı yıllarda İranlı bir besteci tarafından yeniden düzenlenmiş ve o dönemin İranlı kadın yıldızlarından Marjan tarafından plağa okunmuş. Marjan’ın sesinin titreşimlerinde, buğusunda, vurgularında, parçanın yükseldiği anlardaki o harika çınlamasında, Farsçanın o mistik ve akıcı fonetiğinde asi bir hüzün gizli. Ajda Pekkan’ın Fransızca ve Türkçe yorumlarında bu ince ama güçlü duygu hissedilemiyor. Türkçe düzenlemesinin sözleri, parçanın ağırlığının ve yarattığı duygusal etkinin altında eziliyor adeta. Müziğin yarattığı güçlü duyguyu taşıyamıyor. Türkçe düzenlemede Ajda Pekkan’ın sesi de, Marjan’ın sesinin hırçınlığıyla, isyankar çıkışlarıyla karşılaştırıldığında son derece zayıf kalıyor. Bir süre daha araştırdıktan sonra, son dönemde bu parçayı Göksel’in “Mektubumu Buldun mu?” albümünde seslendirdiğini ve Nez’in de “Sevgi Bu mu Diye” adıyla şarkıyı yorumladığını ve klip çektiğini; klibin youtube’da ve diğer sitelerde oldukça populer olduğunu öğreniyorum. Göksel’in son derece popüler bir tarzda düzenlenmiş, bir arkadaşımın deyimiyle ‘sentetik’ yorumundan uzun uzun bahsetmiyorum. Sesinin dokusunda, bu şarkının ruhunu taşıdığına dair en ufak bir iz bile yok. Öyle olmasını da beklemiyorum zaten ve değerlendirme dışı bırakıyorum. Nez’in yorumu ve klip ise tam bir facia olmuş bence; şarkının aslının yarattığı duygunun tamamen değiştiği, Nez’in poposunun ve memelerinin ön planda olduğu, yarı oryantal saçma sapan bir pop müzik parçasına dönüşerek bütün derinliğini yitirmiş. Dinlediğinizde aynı şarkının bir düzenlemesi olduğunu bile zor anlıyorsunuz; hafif bir tiksinti duygusuna yol açıyor.
Ferhan Şensoy, Ferhangi Şeyler adlı oyununda yeni yeni patlamakta olan niteliksiz pop müzik furyasını eleştirirken, ‘Çarşamba’yı Sel Aldı’ türküsünü örnek vererek, türkünün ‘Ulan, bu Çarşamba’yı alsa alsa ne alır acaba; hımm, tamam buldum lan, sel alır yahu’ diyerek yazılmadığını, Çarşamba’yı önce sel aldığını, bunun büyük bir yıkıma yol açtığını, toplumsal belleğe kazındığını, bu türkünün de onun üzerine söylendiğini anlatmıştı kendine özgü neşeli tarzıyla. Selin yarattığı yıkımdan kaynaklanan o derin kederi taşır türkü; bu yüzden yapılmıştır zaten. Siz bu türküyü ele alıp da, örneğin caz motifleriyle ve modern çalgılarla yeniden yorumlarsanız (Aşık Veysel’in türkülerinin caz motifleriyle yeniden yorumlandığına tanık olmuştum), melodik olarak çok özgün, gayet güzel bir eser yaratabilirsiniz belki ama türkü de ruhunu yitirmiş, varlık nedenini yaratan duygudan koparılmış olur. Orijinal olanla, yeniden yorumlanan sanat eseri arasındaki temel fark bu olsa gerek. Orijinal beste, şarkının melodisiyle, sözlerinin içeriğiyle, yansıttığı ruh haliyle, söyleyenin bu ruh halini hissetmesiyle eksiksiz bir bütün olarak ortaya çıkıyor ve bu bütünlüklü haliyle kalıcı, toplumsal bağlar oluşturuyor. Şarkı yeniden yorumlandığındaysa, bu bütünü oluşturan parçalardan önemli bir kısmı eksilmiş oluyor ve orijinal versiyondaki duygu zenginliği yakalanamıyor. İnsanlar sanırım bu yüzden yeniden yorumlanan parçalara alışmakta zorluk çekiyorlar ve eski tadı bulamıyorlar.
Şimdilerde sürekli olarak Kavir Del’i dinliyorum. Sözlerinin anlamına ve eğer varsa, Marjan’dan önce kaydedilmiş daha eski versiyonlarına henüz ulaşamadım ama internet ortamında bu konuda yardımı dokunabilecek insanlara forum sitelerinden ulaşmaya çalışıyorum. Geçmişin anılarına nüfuz eden ve başka pek çok imgeyi de harekete geçiren Ajda Pekkan’ın Fransızca yorumundan da, en azından bu nedenle vazgeçemiyorum. “Pijama pijama don atlet fanila”. İlgilenenler için belirtiyorum; Kavir Del dahil, şarkının bütün versiyonları internetten rahatça indirilebiliyor. Bunun yapılamadığı durumda, isteyenlere şarkıların tümünü e-mail ortamında ben de sağlayabilirim.

4 Kasım 2008 Salı

Astroloji vs. Bilim

Bilimsel içeriğe sahip dergilerde Astroloji’yle ilgili son derece olumsuz yaklaşımlarla karşılaşıyorum. Astroloji’nin bir ‘bilim’ olmadığını vurgulayan ve dışlayan yaklaşımlar bunlar genellikle. Bu tür yazıların ve yaklaşımların bilimsel içeriğine tamamen katılmakla birlikte, astrolojiyi tümden karşıya alarak reddetmek, ‘elinin tersiyle itmek’ üzerine kurulmuş bir eleştiriyi hiç onaylayamıyorum.
Bu yazıyı yazarken astroloji ile ilgili “gerçekleri” anlatmayı amaçlamıyorum. Astroloji’yi eleştiren ve iten bilimsel yaklaşımlarda ‘gerçeklik’ zaten pek güzel anlatılıyor. Bazı tanımlamalar üzerinden yol alırsak eğer, şöyle bir başlangıç yapabilirim:

Gerçeklik, insanlar tarafından bir ‘ideolojik süzgeçten’ geçirilerek algılanır.

Kullanılan ideolojik süzgecin niteliğine göre, gerçeklik algısı da nitelik değiştirerek farklı biçimlerde yansır insanların aklına. “Mutlak bir doğru yoktur, herkesin kendi doğruları vardır” yaklaşımı, insanlar tarafından genel kabul gören bir yaklaşımdır ve aslında bu önerme ‘maddi gerçekliğin’, tıpkı bir çay bardağının içerisindeki kaşık görüntüsü gibi, kırılarak farklı biçimlerde algılanmasına yol açan ideolojik yaklaşım farklarını vurgulamaktadır. Tek bir maddi gerçeklik vardır elbette ama insanlar bu maddi gerçekliği ideolojik belirlenimleri nedeniyle farklı biçimlerde algılamaktadır. Bundan yola çıkarak, asli olanın “gerçekliğin kendisi” olmadığını, bu gerçekliğin insanların algısına yansıma biçimi ve dolayısıyla, maddi gerçekliği anlamakta kullanılan “ideolojik süzgecin” kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Yazıyı yazarken temel olarak yapmaya çalışacağım, insanın yarattığı değerleri koruyarak, bu değerlerin korunmasını öne alan bir ideolojik yaklaşım geliştirmeye çalışmak; tartışılan konuların bu ideoloji aracılığıyla kavranmasını sağlamaya çalışmak olacak.
Bilimsel dergilerde astrolojiyle ilgili yazılanları okuduktan sonra, kafamda şöyle bir düşünce şekillendiğini farkettim bir süre sonra: ‘Antik Yunan mitolojisi, külliyen yalandır’. Ben böyle bir söz söylersem, bu doğru olmaz mı? Mitolojide anlatılan saçmalıkların gerçek olmalarına imkan ve de ihtimal yoktur. Mitolojik öykülerde yazılanlara dayanak olarak en ufak bir bilimsel kanıt bile gösterilemez. Bir dolu Tanrı, ölüp ölüp tekrar dirilen yarı insan yarı hayvan yaratıklar, gökyüzünde mızraklarla, oklarla gerçekleşen Tanrısal savaşlar, v.b. Bunlar gerçek değil elbette, kimsenin de gerçek olduğunu düşünmediği ortada. Durum böyleyken, neden sürekli astroloji bilimsel açıdan eleştirilir de, Yunan mitolojisinin ‘yalanları’ eleştirilmez ve insanlara ‘mitolojide anlatılan yalanlara inanmayın’ denmez? Sorunun yanıtı açık; çünkü astrolojinin bir bilim olduğunu iddia edenler vardır, mitolojiyi kimse bu şekilde görmez. Çünkü astrolojik değerlendirmelerin ‘fal’, ‘büyü’ özelliği vardır. Astroloji, insanların maddi hayatının üzerinde yıldızların ve gezegenlerin bir etkisinin olduğunu, insanların kendi etkinliklerinin üzerinde bir nesnellikle belirlendiğini iddia eder. Mitolojik öykülerin böyle bir iddiası yoktur, binlerce yıllık toplumsal yaşamda oya gibi işlenmiş, rafine ‘sanatsal’ değer taşıyan yaratılardır, etliye sütlüye karışmazlar. Çünkü, bu özelliklerinden dolayı astroloji toplumsal yaşam üzerinde ‘ideolojik’ bir etkiye sahiptir, aşağı yukarı herkes astrolojiyi bilir, ilgi duyar. Mitolojik öykülerle ise sadece konuya ilgi duyan okumuş yazmış elitler ilgilenir, toplumsal bir etkisi yoktur. Astrolojinin ayrıca son derece ciddi bir kurumsallığının da olduğunu görüyorum. Gazete köşelerinde, dergilerde, radyolarda anlatılan astrolojik fallar, gelecek açıklamaları, karakter analizleri gibi ‘saçmalıklar’, bu kurumsallığa dayanılarak üretiliyor elbette. Tıpkı dinler gibi, astroloji de insanlar üzerinde yönlendirici, ideolojik bir etkide bulunuyor. Bilm dergilerinde yayınlanan yazılarda da belirtildiği gibi, aslında tam da bu etkiyi sağlaması için pompalanıyor. Üstelik bunu yaparken, astrolojinin bin yıllar içerisinde toplumsal meşruiyet kazanmış, oturmuş geleneğinden yararlanılıyor. Bu anlamda, astrolojinin ideolojik etkilerine karşı bir duruşun ve mücadelenin son derece meşru ve gerekli olduğunu düşünüyorum, ama bunu yapmanın biçimleri hakkında ciddi kuşkularım var ve reddiye üzerine kurulu yaklaşımları paylaşmıyorum.
Astrolojinin karşısına ‘bilimsel değildir’ gibi bir önermeyle çıkmanın ve bilime vurgu yapmanın anlamsız ve gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ben şahsen, ideolojilerin karşısına “gerçekle” ve “bilimle” çıkılabileceğini düşünenlerden değilim. Daha önce de belirttiğim gibi, gerçeklik dediğimiz “şey” de bir dil ve bir ideoloji aracılığıyla kavranmak zorunda. Bilimselliğe ve gerçekliğe dair vurgu yapan yaklaşımlar da, kavrayışı sağlamak için aslında bir dil ve bir ideoloji kullanmaktadır; ama popüler astroloji saçmalıklarının karşısına bunlarla çıkılmamasını öneririm. ‘Fala inanma ama falsız da kalma’ sözünün neredeyse ‘atasözü’ haline geldiği bir toplumsal kültürden söz ediyoruz. Astrolojik falları, yorumları okuyan insanların büyük bir çoğunluğunun bilimsel olmak gibi bir kaygısı bulunmuyor zaten. Bilim de içeriği gereği toplumun bütününü değil, bu içeriğin niteliğini kavrayabilen aydın kesimi ilgilendiriyor. Bu kesim de zaten astrolojinin bilimsel bir tarafının olmadığını gayet iyi biliyor. Toplumun geri kalanı üzerinde ideolojik bir etkide bulunmak hedefleniyorsa eğer, daha incelikli, reddiye üzerine kurulmayan, elinin tersiyle dışlayıp itmeyen yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor. Ben genellikle bir şeyin palavra olduğunu söylememeyi, ya da bunu başka bir biçimde “belirtmeyi”, ya da ilgiyi o şeyin dışında başka bir yere taşımayı, üzerine başka vurgular yapıp, başka motiflerle harmanlamayı, bir anlamda “şeklini değiştirmeyi” tercih etmekten yanayım. Şekli değiştiğinde, içeriğinin ve taşıdığı vurguların da değişebileceğini, insanlara başka bir bakış açısı sunulabileceğini, başka bir sonuca ulaşabileceklerini de varsayıyorum. Bu da bir dil ve ideoloji kullanımıdır aslında; buna da bir tür karşı-ideoloji denebilir.
Ayrıca, ‘bilim’ ve ‘din’ ortak tarihsel köklere sahiptir, bir anlamda kardeştirler. Modern bilimin gelişmediği kadim çağlarda, ‘inanmak’ eylemi, ‘bilmek’ eyleminin yerini tutmaktadır. Yani örneğin ‘Babil’li din adamları’ dediğimiz kişiler, aynı zamanda gökyüzü gözlemleri yapan, Ay’ın ve gezegenlerin hareketlerini kayıt altına alan, yıldızları gruplandırıp isimlendiren ‘Babil’li bilim adamları’dır. Keşfettikleri gezegenlerin Tanrı olduklarını düşünerek tapınmışlardır. Tarihsel süreçte modern bilim bin yıllar içerisinde şekillenmeye başladığında, ‘inanmanın’ ve ‘bilmenin’ de yolları ayrılmaya başladıktan sonra, ayrı kanallardan akarak ilerlemişler, aralarında uzlaşmaz bir karşıtlık oluşmuş, Habil ve Kabil gibi düşman kardeşlere dönüşmüşlerdir. Buna rağmen, modern bilim ‘antik bilimin’ (aynı anlama gelmek üzere dinin) birikimini devralarak yoluna devam etmiştir. Örneğin astronomi, binlerce yıl boyunca astrolojinin biriktirdiklerini devralmıştır. Burçlar kuşağını olduğu gibi kabul etmektedir halen. En uzun günlerin ve gecelerin yaşandığı dönencelere oğlak ve yengeç isimlerinin verilmesi de astrolojik soyutlamalardan kaynaklanmaktadır. ‘Oğlak dönencesi’ ve ‘Yengeç dönencesi’ noktalarında, güneş oğlak ve yengeç burçlarına girmek üzeredir. Bu burçların girişinden döner ekvatora doğru. Sunday, ‘sun’ ve ‘day’ sözcüklerinden oluşur, güneş günü demektir. Monday, moon day’den gelir, ay günü demektir aslında. Saturday, Saturn day’den gelir, satürn günü demektir. İngilizce’de değil ama, İtalyanca’da Mars günü ve Venüs günü devam etmektedir hala. Gündelik hayatımızda kullandığımız birçok sözcük astrolojik kökenlere sahiptir. Zührevi hastalık, cinsel yolla bulaşan hastalık demektir. Zühre ise, Venüs gezegeninin eski dildeki adıdır. Kadın cinselliği astrolojide doğrudan Venüs’le ilişkilendirilir. İngilizce’de ‘Lunatic’ sözcüğü, deli demektir. ‘Luna’ kökünden gelir, Ay gibi, Ay’a benzeyen anlamındadır. Ay da astrolojide, değişen ruhsal durumları, bunalımları temsil eden gezegendir. Gündelik yaşamımıza bile bu denli girmiş, kullandığımız dilde bile izleri olan binlerce yıllık bir kültürel birikimden söz ediyoruz burada.
Astrolojiye yakın bir örnek olduğunu düşündüğüm için mitolojiden bahsettim biraz önce. Tıpkı mitoloji gibi astrolojinin de binlerce yıllık bir geleneği vardır. Astrolojinin entellektüel tadı buradadır. Astroloji bir dildir, bundan birkaç ay önce doğum haritamı elime alıp da baktığımda, hiçbir şey anlamamıştım. Şimdi bir dil öğrenir gibi öğrenmeye çalışıyorum astrolojinin sembolizmini. Açılar, gezegenler, asaletler, yöneticiler, ne ararsanız var. Bence müthiş bir gökyüzü soyutlamasıdır astroloji, insanın gökyüzünü tanımlanabilir, ifade edilebilir bir nesne haline getirme çabasıdır. İnsanın hayatı, doğayı, dünyayı, gökyüzünü anlama ve anlaşılabilir hale getirme etkinliğidir. Yani, tanımı gereği dildir, soyutlamadır. Üstelik, binlerce yılın birikiminin yarattığı son derece akıcı, gelişkin ve estetik bir dildir; tıpkı mitoloji gibi.
Astroloji’ye bu şekilde bakmak çok mu zor? Bence değil. Binlerce yıllık estetik geleneği sahiplenerek geliştirilen yaklaşımlar, astrolojinin genel olarak toplumsal yapı üzerinde yarattığı olumsuz ideolojik etkilerin ve tortuların temizlenmesinde izlenebilecek en etkin yoldur bence. Doğum haritalarınızı elinize alın, okumaya çalışın, astrolojinin sembolizmiyle tanışın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Lili Brik'e Mektuplar

“Sevgili, sevgili Lilionok,

Yeryüzünde bir tek seni seviyorum, yolunu gözleyen kuçunum senin.”

Vladimir Mayakovski
(Lili Brik’e Mektuplar, Moskova 1-6 Ocak 1922)

Büyük Sovyet şairi Mayakovski…
Devrimci ve sanatçı kimliğini hiç yitirmeden yaşayan, aşkı karşısında ‘köpekleşen’, sevgilisi Lili Brik’e yazdığı mektupları ‘köpeğin’ imzasıyla bitiren, yaşadığı aşkı şiirlerine ve mektuplarına sığdıramayan büyük şair. Rusya’da ve ekim devriminden sonra Sovyetler Birliği’nde fütürist edebiyat akımının öncülüğünü yapan Mayakovski, varlığının temel saç ayaklarını oluşturan devrimci, sanatçı ve aşık kişiliğiyle son derece sıradışı bir karakter görüntüsü çizmektedir.
Lili Brik, Mayakovski’nin ölümünden sonra kendisine yazdığı mektupları derleyerek bir kitap haline getirmiş; mektuplara yazdığı önsözde şöyle der:
“Mayakovski, mektuplarının çoğunda O.M. Brik’ten söz etmiştir. Ossip Brik ilk kocamdı. Kendisini on üç yaşında, ilk devrim sırasında, yani 1905’te tanımıştım. Lisemdeki Siyasal İktisat derslerini yönetmekteydi. 1912’de evlendik. Mayakovski’yle seviştiğimizi söylediğim zaman, üçümüz oturup birbirimizden ayrılmamaya karar verdik. Mayakovski’yle Brik, daha o zaman ortaklaşa bir edebiyat çalışmasıyla ortaklaşa fikirlerin yarattığı bağla çok yakın dosttular. Böylece, hem iç, hem de dış dünyamızda bir arada yaşadık.”
Brik’ler ve Mayakovski, 1915’ten Mayakovski’nin ölümüne kadar, on beş yıl boyunca üçlü bir ilişki içinde yaşayarak birlikte olmuşlardır. Ekim devriminin öncesinde başlayan ve devrimden sonra da devam eden bu ilişki, siyasal açıdan son derece fırtınalı ve çalkantılı bir döneme yerleşmiştir. Kadın erkek ilişkileri açısından da zengin bir laboratuvar gibi görünen bu aşk üçgeni, cinsellik ögesinin yanısıra, tarihin akışına etkide bulunan çok fazla entellektüel ve siyasal bileşenle de beslenerek uzun bir süre devam etmiştir.
Ossip Brik, Rus formalist okulunun ve fütürist edebiyat akımının öncülerinden, avant-garde bir yazar ve edebiyat eleştirmenidir. Aynı isimle faaliyet gösteren Rus konstrüktivist sanatlar grubunun resmi yayın organı ve etkinlik platformu olan LEF (Leftist Front for the Arts) dergisinin kurucularındandır. Oldukça etkin bir entellektüel ve siyasal birikime sahiptir. Ossip bu üçlü ilişkinin egemen unsuru gibi görünmektedir. Lili, Ossip’i on üç yaşında tanımıştır. Büyük olasılıkla Ossip, Lili’nin ilk beraber olduğu erkektir. Yaşça Lili’den sadece dört yaş kadar büyüktür ama Lili’nin anlattığına göre, lisede siyasal iktisat dersleri vermektedir ve aralarında bir öğretmen öğrenci ilişkisini de çağrıştıran bir belirlenim vardır. Lili Brik, Mayakovski’den etkilenip de birlikte olmaya başladığında ve bu durumu açıkça eşine anlattığında, Ossip karısını kıskanmamış ve bu ilişkiden alıkoymamıştır. Tam aksine, büyük bir öz güvenle davranıp, Mayakovski’yle son derece derin bir dostluk ve entellektüel paylaşım içerisine girmiştir.
Kıskançlık, egonun türevidir. Kırılmış bir benliğin çatlaklarından sızar. Yara kabuğu gibidir, yaralanmış bir ruhun üzerine sızarak katılaşır. Lili ve Mayakovski’nin ‘sevişmeleri’, öyle anlaşılıyor ki, Ossip’te büyük bir ego ya da cinsel benlik kırılmasına yol açmamıştır. Çünkü Mayakovski, bu aşk üçgeninin ‘tali’ unsuru gibi görünmektedir. Lili’nin ruhu ölünceye kadar Ossip’te kalmıştır; Mayakovski’yle paylaşılan ise, şairin hissettiği yoğunluğun aksine, aşk ya da delicesine şiddetli bir tutku değil, gayet insanca olduğunu düşündüğüm tensel arzularla ve Ossip’in de içinde olduğu bir süreçte, ortaklaşa üretilen muazzam bir siyasal dinamizm ve entellektüel doyumla belirlenmiştir.
Hiçbir kaynakta, Mayakovski’nin Lili’ye karşı hissettiği derin aşkın ‘karşılıklı bir aşk’ olduğundan bahsedilmiyor. Mayakovski, Lili’ye deli divane aşıktır, ama Lili, Mayakovski’ye aşık değildir. Kocasına, Mayakovski’yle ‘seviştiğini’ söylemiştir. Lili Brik’e yazdığı mektuplarında Mayakovski’nin delicesine, en fazla yakındığı konu, Lili’nin kendisine yeterli sıklıkta yazmamasıdır. Lili’den mektup alabilmek için yalvarır adeta. Yazdığı mektuplarda egodan eser bile yoktur. Tutkulu aşk, insanı zayıflatır; egosunu yok eder. Lili Brik, Mayakovski tarafından kendisine yöneltilen sınırsız sevginin kıymetini biliyor ve birlikte oldukları süre içerisinde bu hassas ruhu hemen hemen hiç incitmiyor; Mayakovski üzerinde sahip olduğu gücü kötüye kullanmıyor. Tam aksine, destekliyor Mayakovski’yi; siyasal ve kültürel üretiminin dayandığı temel unsurlarından birisi haline geliyor onun hayatında. Görünen o ki, Lili’nin hayatının merkezinde duran ilişki, Ossip Brik’le kurduğu ilişkidir ve bu ilişkiden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Aradan yıllar geçtikten sonra da, Mayakovski 14 Nisan 1930’da, 37 yaşında Moskova’da bir apartman dairesinde intihar ettiğinde (ki ölürken bile hala Lili’ye aşıktır, yanıbaşında Lili’ye yazdığı son mektup bulunmuştur), karı koca Brik’ler Mayakovski’nin yanında değil, Londra’dadır. Son dönemde araları bozulmuştur çünkü. Bazı kaynaklar, Mayakovski’nin Lili’ye olan saplantılı tutkusu ve ‘karşılıksız’ aşkı nedeniyle düş kırıklığı içerisinde intihar ettiğini iddia etmektedirler. Lili Brik bu iddiayı Berlin’de reddeder ve Mayakovski’yi daha önce iki kez intihardan kurtardığını söyler. Reddettiği, aşkın karşılıksız olması değildir; Mayakovski’nin ‘bu nedenle’ intihar etmediğini savunur. Kuşkusuz, Mayakovski sadece bu nedenle intihar etmemiş olabilir, ancak Lili’yle aralarında yaşanan ilişkinin terazisi böyle görünmektedir.
Mayakovski, 9 Nisan 1930’da son kez çıkar insanların karşısına; Plehanov Ulusal İktisat Enstitüsü öğrencilerine seslenir ve şiir okur. Okuduğu şiirlerin arasında hiçbir zaman bitirilemeyecek olan son şiiri ‘Yüksek Sesle’ de vardır. Bu şiirinde, Lili’ye şöyle seslenir: “Lili, sev beni…”. Başlanıp bitirilmemiş şiirlerinin Brik’lere verilmesini ister; “onlar kendilerini bulacaklardır bu şiirlerde”. Beş gün sonra kalbine bir kurşun sıkarak yaşamına son verir. 15 yıllık bir ilişkinin ardından, bir sevgiliye ‘sev beni’ diye yalvararak hayata veda edilebilir mi? Mayakovski’nin Lili’den yana büyük bir aşk yoksunluğu çektiğini düşündüğüm yaşamında geldiği bu dramatik son açıkça görülüyor. Lili’nin hayatının merkezinde duramadığının, onun için entellektüel ve siyasal anlamda değil ama, kadın erkek ilişkisi, aşk ilişkisi anlamında ikincil bir aktör olduğunun, Ossip’in gölgesinde yer aldığının farkındadır. Dolayısıyla, bir ‘aidiyet ilişkisi’ yaşayamamıştır Lili’yle. Lili’nin ruhu, bütün bu süre içerisinde Ossip’e ait olarak kalmıştır. Ossip’te bir benlik kırılmasına yol açmayan ve karısının sevgilisi olarak yaşamlarına Mayakovski’yi alabilmesini sağlayan, üstelik Mayakovski’yle dost olabilmesini de sağlayan, Lili’deki bu güçlü duruştur işte. Lili’nin bu hassas dengelere dayandığını düşündüğüm belirleyici duruşunun, Mayakovski’nin de kırılıp incinerek bu sürecin dışına düşmesine engel olduğunu düşünüyorum. Bir tarafta Ossip’le merkezde duran, ağırlıklı olarak Ossip tarafından belirlenen, Ossip ölene kadar devam eden son derece güçlü bir kadın erkek ilişkisi, diğer tarafta Mayakovski’nin kırılıp incinmesine yol açmayan, Lili’yle tensel yakınlığı da içeren ama ağırlıklı olarak hem Lili’nin, hem de Ossip’in kurdukları siyasal entellektüel bağla desteklenen bir sevgi ilişkisi.
Avant-garde aydınlardan, sınırları zorlayan, bütün bir yaşam boyunca ulaşmaya çalıştıkları ‘yeni insana’ dair ipuçları taşıyan, devrimle, sanatla, aşkla beslenmiş; son derece şaşırtıcı, zengin, dramatik ve ruh dolu bir insanlık öyküsü. Aydın insan gerçekten de sınır tanımıyor.